13 Haziran 2021

Shqiptar'ın Seyir Defteri; Sarı Ana

    “Bu şövalyeler ne sanıyorlar kendilerini, benden hiç mi korkmuyorlar?” diyerek gürlediğinde kapıdaki nöbetçiler bile irkildiler.

    Gelen tatsız baskın haberleri hiddetlendirmişti O’nu. Uzun yıllardır şövalyeler sanki dokunulmazlarmışçasına adada taht kurmuşlar ve umursamaz bir korsanlık sürdürüyorlardı. Gemileri gasp edip, uzak yakın kıyıları vuruyorlardı. Bu yöreleri soyuyorlar ve insanlara zorbalık yapıp onları köle olarak alıkoyuyorlar ve hatta sadece zevk için bile köylülere işkence ediyorlardı. Binlerce köylüyü tutsak almışlardı.

    Kalelerine, surlarına çok güveniyorlardı, bir de papalıktan olası durumda gelecek yardıma. Ne de olsa Akdeniz’i O'nun kontrolü altına almasının önündeki tek önemli güç sanıyorlardı kendilerini.

    Bunu Avrupa’da herkes böyle düşünüyordu. Ama İstanbul’un efendisi de kızmıştı bir defa. Kanuni Sultan Süleyman Rodos Şövalyelerine dur demenin vaktinin geciktiğinin farkındaydı.

    Sultanın kızgınlığı sakinleşecek, hiddeti durulacak gibi değildi. Akdeniz’i istiyordu O, Anadolu’dan Mısır’a kadar ülkeler Osmanlı topraklarına katılmıştı zaten. “Acil divan-ı hümayûn toplansın” diye emretti tekrar gürleyerek. Paşalar arasındaki ve genel hava ikiye bölünmüşlük gösteriyordu ve derin fikir ayrılıkları vardı. Ancak sultan, ordunun toplanmasını ve donanmanın yola çıkmasını ferman buyurdu. O zaten casusları aracılığıyla, Rodos adası hakkında yeterince bilgi toplamıştı.

    “Kur’an-ı Kerim’in emrini yerine getireceğiz ve üstada-ı azam’a bir mektup göndereceğim” diye tekrar söylendi sultan, her ne kadar kızgın olsa dahi. “Teslim olacaklar ve eğer itaat ederlerse şövalyelerin hürriyetleri ile mallarına dokunulmayacak. Yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan Allah, O’nun elçisi olan Hz. Muhammed ve diğer Peygamberler adına yemin olsun.” diyordu cihan padişahı.

    Zamanlama da iyiydi aslında tüm Avrupa devletleri yine birbirlerine düşmüşler ve Rodos ile ilgilenebilecek durumda değillerdi bu aralar. Donanma başkentten demir aldı ve harekete geçti, kendisi de kara ordusuyla Marmaris’e inecekti. Yüz bin adam Anadolu’yu kuzeyden güneye yürüyordu.

    Nihayet büyük sultan geldi Marmaris’e. “Kentin Ulu’su kimdir? Kimin duasını talep edelim,” diye sordu. Sarı Ana’yı söylerler. Yanına varır elini öper. Sarı Ana bir tek sarı ineğiyle bütün orduyu doyurur. Kanuni Sultan Süleyman sorar: “Sarı anam deyiver Rodos’u alacak mıyız?” Sarı Ana’nın yanıtı şöyledir. “Ordunda kimsenin yanında haram nesne yoksa zafer senindir.” Kanuni meraklanır: “Bunu nasıl anlayacağız, Sarı Anam, bize bildir,” der.

    Sarı Ana’da “Şimdi armut mevsimidir. Askerlerin torbasına baksınlar. Armut varsa bu, Marmaris bahçelerinden toplanmış haram nesnedir. Ancak benim de bir dileğim var. Torbasından haram çıkana bir şey yapmayacaksın. Onu gazadan alıkoy. Bu ona en büyük cezadır” der.

    Kanuni torbaları aratır. Birkaçından armut çıkar. Sahiplerini memleketlerine gönderir. Sonrasında kazanılan savaşın sonucundan keyiflidir muzaffer sultan.

    Sarı Ana yöre halkının inancına göre balıkçıların, denizcilerin koruyucusudur. Denizde zor durumda kalanlar ondan medet umarlar O'da yardımlarına koşar.

    Shqiptar’ın hemen yanı başında gördüm türbesini Sarı Ana’nın ve merak ettim, buymuş hikayesi.


16 Mayıs 2021

Shqiptar'ın Seyir Defteri; Kamyonu Yavaşlatmak

                                                       

    Aslında henüz Shqiptar ile yeterince, ki aslında yapmayı tasarladıklarımla karşılaştırınca hemen hemen hiç seyir yapamadım diyebilirim. Bir sürü yeterli gerekçem var ve hepsi de haklı sebepler özünde. Neyse artık bu yaz sanırım kısmen ve sonbahar ile birlikte de çok daha fazla tekne üzerinde olacağım.

    Bu hedefim benim. Ama artık özellikle yaşanacaklar konusunda çok fazla kesin konuşmamak gerektiğini biliyorum hayatta.

    Huyumdur projelerimi, adımlarımı ve hedeflerimi önceden yaşarım. Adım adım kafamda kurgularım, eksiğine gediğine bakar bakar dururum.

    Ama gerçek hayata gelince işler, çok ama çok fazla farklılık veya değişik aşamalar gösteriyor zaman içinde. Saatın kendi tik tak ritminde, bildiği gibi de ilerliyor kaderin tüm anları ve dümende olduğunu düşünen Âdemoğlu ise sadece seyirci olabiliyor başına gelenlere ve geleceklere.

    Bunu nasıl anlatsam ki? Bir anlamda belki teslim oluş desem değil, oluşa müdahale etmemek desem o da değil. Bu biraz belki kendini akışa bırakmak. Tam anlatamıyor olmamın sebebi, açıklamayı kendi kafamda da tam yerli yerine oturtamamış olmamla ilintili aslında.

    Yöntem şöyle oysa ve balık tutmak diyorum. Oltanı, kurşun ağırlığını, iğneni, yemini doğru seç ve hazırla önce. Akıntıları, saati, mevsimi ve ışığı göz önünde bulundurduktan sonra sal oltanı denize ve bekle. Yani bir diğer deyişle sen yapman gerekeni yap ve kendini akıntıya bırak ve huzurla yaşa hayatı.

    En azından benim için bunu söylemek, yapmaktan çok daha kolay. Ancak çaba sarf ediyorum ve oldukça ilerleme de elde ettim diyebilirim. Ama beklenen olayların önem seviyeleri elbette etkiliyor karar ve davranışlarımı. İşte Shqiptar böyle bir proje.

    Ben orta okulun başındayken bir hesap makinesi satın almıştım. Her ne kadar hatırlamasam dahi, iyi bir Japon markasıydı. Sadece dört işlem yapardı; toplar çıkarır, böler çarpardı. Üniversiteye geldiğimde ise bilmem kaç işlemi yapan ve grafikler çizen bir hesap makinesi kullanıyordum. Bu sonuncunun kullanma kılavuzu ise, neredeyse lügat gibi bir kitapçıktı, yani okuması ayrı bir iş.

    Demem şu; hayatlarımız olmuş bir akıllı hesap makinesi. Ama bunlar değirmen de gibiler aynı zamanda; insan, ilişki, para, zaman, sağlık öğütürler. Hem de hiç acımadan ve hiç fikrini sormadan insana. Geride bir bakmışsın bir yaşam posası ve harcanmış yıllar kalmış.

    Maharet ise bunu vaktinde anlamak. Bir diğer deyişle erken teşhis koyabilmek ve daha da önemlisi harekete geçebilmek vakitlice. Ya da senin bir adım atmanı bekleyen kader, sen hamle yapmayınca atacak adımını. Şanslıysan eğer direğe çarpar ve gol olursun. Yok eğer değilsen şanslı bir kul, direğe çarpar ve saha dışına yuvarlanırsın.

    İşte söylemeye çalıştığım biraz bunların karışımı bir sos aslında. Seçim kişiye ait. Bir de yöntem tartışması var. Bu kadar mı olur yol gösteren ve yordam bilen. Her taraf danışman, her taraf yaşam koçu, her taraf bilge kişi. Ama gerçekte onların pek çoğunun desteğe, acil yardıma ihtiyacı var ve onlar da bunu bilmiyor maalesef. Hani onlar tamam da, ama ya danışanlar? Havada uçuşan paralardan bahsetmiyorum bile.

    Neyse herkesin derdi de kendisinin, şifası da. Benim sıkıntılarım bana yeter dedim ve kaderin bana hazırlamış olduğu farklı olayları kullanarak tüneldeki ışığa doğru ilerlemeyi seçtim diyelim.

    Kolay değil, bir sürü yol kazası da pastanın kreması elbette. Bunlar da geçecek diyerek çıktığım yoldayım ve açık söyleyeceğim iyi de gidiyor. Sonuçlarla sabit, ama zaman alıyor elbette.

    Ancak burada bir benzetmem var benim. Yüz yirmi ile giden arabayı mı, yoksa aynı hızla giden yüklü bir kamyonu mu elli kilometre hıza indirmek kolay. Elbette arabayı ve ancak hayatım olmuş bir kamyon ve bu değişim yaşanırken ben de seyretmişim, sanki benim değilmiş bu yaşam gibisinden.

    Hatanın büyüğünü kendinde arayacaksın der dururum, bakmayacaksın etrafa yüklemek için kendinden başka birisini.

    Çabaya devam.

 


13 Mayıs 2021

Rüzgârların Kralı Aiolos

    Artık kötülükle beslenen geceyi sonlandırmanın vakti geldi dedi kendi kendine. Yatağından kalktı ve en güzel sarı elbisesini üzerine giyerken sırtındaki kanatlarına da dikkat etti her sabahki gibi. Ardından tacını da yerleştirdi başının üzerine ve böylelikle tamamlanmış oldu eşsiz ve göz alıcı güzelliği şafak kızıllığının eşsiz tanrıçasının.

    Dört tane birbirinden güzel süt beyazı kanatlı atın çektiği ışıl ışıl parlayan altın arabasına bindi ve kardeşi güneş tanrısına Dünya’nın tüm kapılarını, yollarını açmak ve onun yeryüzünü ısıtabilmesini sağlamak için gökyüzünde dolaşmaya başladı. Kardeşi de yaydığı ışıklarıyla aydınlık, umut, rahatlık, yeni başlangıçlar ve yaşam sevincini verecek insanlara tekrar bugün de.

    Güzel tanrıça düşündü rüzgâr evlatlarını, nerelerde eser dururlar, hangi yelkenleri doldurur veya hangi ağaçları köklerinden sökerler şimdi. Kim bilir?

    Ama O bilir. Sert esen çocuğu Boreas veya nam-ı diğer Poyraz dondururken denizcileri kış aylarında, diğeri Notos ters eser kardeşine ve denizcileri ısıtır nam-ı diğer lodos ve yaz sağanaklarını taşır. Ama İstanbul’da kabartır boğazı ve getirir yüksek hava. Bir diğeri doğudan eserken, sıcak ve nemli fırtınalar getirir. En uysalı batı rüzgârı bir bahar meltemi huzuruyla yumuşak yumuşak eser, işleri kolaylaştırır ve baharı muştular. Babamın tabiriyle limonata gibi bir hava taşır. Sever onları güzel tanrıça, ne de olsa anneleri

     Ama bir de kasırgalar ve ağır fırtınalar var, denizcileri tedirgin edenler. Ama derler ya, denizcilik yıllarla değil atlatılan fırtınalarla namlanırmış. İşte bu fırtınalar zincirli kapılar ardında tutulurlar ve eğer Poseidon isterse çözülür zincirleri. Çözülür ise zincirler birer çılgın ölümsüz at gibi önlerinde ne varsa yıkıp geçerler, onları dizginleyen ve zincir altında tutan ise rüzgârların kralı Aiolos’tur.

    Ama başka denizler ve başka kıyılar da var, kasırga ve fırtınanın hiç eksik olmadığı. Soğuk, ürkütücü ve hatta korkutucu. Nerede mi?

    Ötelerde çok uzaklarda, güney Amerika kıtasının da güneyinde Ateş Toprakları var. Nam-ı diğer Tierra del Fuego. Macellan boğazının da ötesinde, 53° ile 56° güney enlemleri arasında ve 1520 yılında Macellan tarafından keşfedildiler. Bu bölgenin de ucunda Ushuaia şehri var ve orada Faro del Fin del Mundo, nam-ı diğer Dünyanın Ucundaki Fener var. Daha da aşağıda kıtanın en güney ucu kabul edilen Horn Burnu var ve Atlas okyanusu ile Büyük Okyanus'u birbirinden ayırır.

    Derlermiş ki; Horn Burnu'nu dolanmış yelkenci sayısı, uzaya çıkan insanlardan daha azmış. Yine derlermiş ki 40. enlemden sonra kanun ve 50. enlemden sonra kurtarıcı yokmuş.

    Oradan da aşağısında Antarktika var elbet. Olağan dışı rüzgarların hiç eksilmediği, buzullarıyla, donmuş bölgeleriyle o kıta. Hanı nasıl Everets dağcıların tacıysa, Horn burnu da odur yelkenciler için.

    Tüm bu saydığım yerlere gitmiş, yaşadıklarını kitaplarında okurken bile ürktüğüm ve bir o kadar da kendilerine hayran kaldığım çok usta ülkemiz denizcileri var. Onları hatırlamadan geçmemek gerekir.

    Artık benim in böyle uç maceralar kitap ve belgesellerde olur sanırım. Mais, on ne sait jamais. 

12 Mayıs 2021

Neredesin Odysseus

                                         

   Fazla uzak olmayan bir coğrafyada, ama fazla çok fazla uzun zaman önce, adadaki evinin penceresinden kadın ufku seyrediyor ve aklındaki birbirinden deli soruya cevap arıyordu.

    Ama bu arayış yıllardır her gece, yine bu gece olduğu gibi yanıtsız kalacaktı. Hani eskiden, yani yıllar önce ara sıra haber gelirdi, ama artık o da gelmiyor, ulaşmıyordu.

    Söylenenlere inansa bir türlü, inanmasa bir türlü. Ne yapacağını da şaşırmıştı. O kıskanç kadınlar artık gelmez diyorlar, gelseydi gelirdi bugüne kadar diyorlar. Ya o adamlar. Onlar da aç akbabalar gibi etrafında dönüp duruyorlar. Güzel ve arzulanan bir kadındı elbet ve ancak bu adamların asıl dileklerinin tahtın sahibi olmak olduğunu biliyordu bal gibi. Bunu çok çok iyi biliyordu kadın.

    Kocası savaşa gideli yıllar olmuştu. Ne şehirmiş ama ve de ne savaş hani. Söylemesi dile kolay, sadece şehri almak on yıla ve pek çok cana mal oldu. Ya sonra?

    Biliyordu, haberi gelmişti aslında. Kocasının gemileri demir almışlardı sahilden geri dönüş yolculuğu için. Ama neredeyse ikinci bir on yıl daha geçmişti, neredeydi bu adam. Neredesin Odysseus?

    Hakikaten ne yapması gerektiğini bilmiyordu Penelope. Tüm bu komşu adaların kralları ve prensleri bin bir numarayla onu ele geçirmeye, ikna etmeye çalışıyorlardı. O da kocası gibi kurnazdı aslında ve türlü oyunlarla, türlü hilelerle sıyrılmayı başarmıştı bugüne kadar bu adamların bunca emellerinden. Bu kadar da olur mu dedirtecek gibisinden, bu adamlar sarayda bile yer tutmuşlardı. Ama O sadıktı kocasına, sonuna kadar.

    Bir oyunu vardı, çok uzun süredir oyaladığı; “Kayınpederim Leartes için bir kefen kumaşı dokuyorum, bitince kararımı vereceğim” diyordu Penelope. Ama ne kefen kumaşıymış canım, bir türlü bitmek bilmiyordu. Adamlar da beklemeye devam ediyorlardı bıkmadan, usanmadan. Ama o geveze hizmetkar açığa çıkardı oyunun aslını, taşıdı haberi saray dışına. Penelope gündüz dokuduğunu, gece söküyordu. Bitmezdi bir ömür boyu elbette ve ancak çıktı ortaya oyun.

    Demiştik ya Odysseus'ta bilmiyordu başına gelecekleri. O aklınca büyük kurnazlık yapmış, Truva’nın düşmesini sağlamıştı hilesiyle. Ama aynı zamanda da kazanmıştı, Poseidon’nun uğursuz ve sonsuz lanetini.

    Eh işte bunu da O bilmiyordu bir zamanlar. Önce keyifle ganimetleri yüklediler gemilerine, yelken açtılar maviliklere. Birkaç hafta içinde tamamlanacaktı aslında seyirleri ve ancak Poseidon’nun laneti getirmeseydi o ilk fırtınayı tepelerine.

    Ne fırtınaydı ama, ilk düştükleri kıyılar Thrakia, yani bugünün Trakya kıyılarıydı. Burada korkunç vahşi Kikonlarla savaştılar önce, bayağı yoruldular orada. Hadi kurtulduk artık dönelim eve derken, ikinci fırtına ezdi geçti ve önlerine kattı, taşıdı onları lotus çiçeklerinin ülkesine. Ama bunlar öyle sıradan çiçekler değildiler. Hem çok cazip ve hem de çok lezzetliydiler. Ama yediğin zaman memleketini unutturur adama, mecnun olur dolanırsın ortalarda. Neyse bin bir zorlukla Odysseus bindirdi o çiçeği yemiş üç arkadaşını gemiye ve çıktılar tekrar yola.

    Poseidon yine iyi bir tuzak ve zorlu bir düşman hazırlamıştı onlar için. Bu yeni fırtınayla düştükleri kıyılarda, tek gözlü dev Kykloplar bekliyordu onları. Poseidon oğlu tek gözlü dev Polyphemos’a çok güveniyordu. Her ne kadar o dev, adamlarının altı tanesini öldürüp yediyse dahi, bu kurnaz Odysseus onun oğlunu sarhoş edip yegâne gözünü kör ederek kurtulmayı başardı tekrar.

    Buradan sonra bir dizi macera, zamanı gelince anlatırım parça parça; Önce düştüler insan yiyici Laistrigon isimli devlerin eline, sonra geride kalan son parça gemisiyle Aia adasına ulaşabildi Odysseus. Burada yaşar büyücü Kirke ve bizim kurnazın başından birçok olay geçer buralarda.

    Sonra vira demir yeniden ülkesine doğru yola çıkar. O iş o kadar da kolay değil ve lanet çok büyük. Gemisi yolda parçalanır, bir tahta parçasına tutunur ve tanrı Atlas’ın kızı Kalypso’nun yaşadığı Ogyga adasına sürüklenir. Hani güzelde bir kızdır ama çok ihtiraslıdır. Kalypso, Odysseus’a delicesine âşık olur ve O’nu yedi yıl adasında alıkoyar. Eğer kendisinden ayrılmazsa ona ölümsüzlük vereceğini söyler. Evinin hasretiyle yanıp tutuşan Odysseus, tanrıların da yardımıyla Kalypso’nun elinden kurtulmayı başarır.

    Kendi yaptığı bir sal ile tekrar denize açılır. Denizde karşılaştığı türlü zorluklardan sonra Phaiakların ülkesi olan Skheria adasına ulaşır. Burada iyi karşılanır, aman iyi nihayet. Onların yardımlarıyla ülkesi İthaka’ya ulaşır.

    Bu arada karısı Penelope de taliplerini türlü hilelerle oyalamaya devam etmektedir, aradan geçmiş yirmi uzun yıl. Taliplerinin baskılarından dolayı artık iyice köşeye sıkışan Penelope, biraz daha zaman kazanmak için son bir çare daha bulur; Kocası Odysseus’un yayını gerip, oku on iki halkanın içinden geçirebilen kişiyle evleneceğini söyler.

    Bu arada Odysseus nihayet adaya gelmiş ve durumu öğrenmiştir. Tanınmamak için dilenci kılığına girer ve O’da müsabakaya katılır. Yarışma sırasında yayı alarak önce oku halkalardan geçirir. Sonra da karısının taliplerini teker teker öldürür. Gerçek kimliğini açıklar ve hem kendisini yirmi yıl sabır ve sadakatle bekleyen karısına hem oğlu Telemakos’a ve hem de krallığına kavuşur.

    On iki bin satır ve binlerce kelimeden oluşan koca destanı birkaç yüz kelimeyle özetlemeye çalıştım. Yeri geldikçe, keyifler oldukça O’nun hikayelerine tekrar yer vereceğim bu satırlarda.

    Ben destanların toplumlara ahlak değerlerini hatırlatmak gibi bir görevleri olduğunu ve bu amaçlarla da kurgulandıklarını düşünürüm. Birebir tarihi gerçekler değillerse bile, tarihin gerçeklerine bu satırlardan ulaşılabileceğini de biliyorum. Bence destan ve masal arasındaki en önemli fark ta bu zaten. Masallar hayâl mahsulü hikayelerken, destanlar olağanüstü olayların gerçeklerle harmanlanmasıdır, dans etmesidir.

    Sonu iyi biten destanını okuduk Homeros ustanın. Onların mutluluğundan pay edinelim, onların sevinçlerine sevinelim ve daha da önemlisi dersler çıkaralım diye yazmış bunca satırı büyük usta.

    Mutlu kalsınlar Penelope ve Odysseus.

9 Mayıs 2021

Açılacaksan Denizlere, Poseidon'u Bileceksin

                                                     

    Ege denizi yelken, adalar ve enginlikler demek değil sadece. Tarih demek, hikâye demek, masal demek ve efsane de demek bir yerde. Anlatılanları dinlemek, yorumlamak bir güzel ve yine ayrı güzel bu efsanelerin daha nicelerini biliyor olmak.

    O'da biliyordu elbette. İhanetin içinden gelen olarak, kendi başına gelecekleri O'da çok çok iyi biliyordu.

    Babasına ihanet etmişti. Şimdi umarsızca korkuyor ve oğullarına şüpheyle bakıyordu. Endişe içindeki Kronos karısı Reheia’dan da usul usul ürküyordu bir diğer taraftan. Ama öte yanda tanrı ve tanrıçaların anasının da canına tak etmişti artık. Diğer iki oğlu Zeus ve Hades’i de yuttuğu gibi onu, Poseidon’u da yuttu bu gaddar, hain ve korkak kocası.

    Ama Gaia ve Uranos’un kızı Reheia'yla baş edebilmek için Kronos bile hafif kalırdı. Numaranın, tuzağın her türlüsünü bilen O, kusturdu acımasızı. Tüm yuttuklarını çıkardı gün ışığına ve kavuştu sonunda evlatlarına.

    Devran döner, zaman geçer ve ancak o ihanet asılı kalır şu gök kubbede. Ne ekersen onu biçersin örneği, o gün geldi ve aynı onun yaptığı gibi bir ihanetle, bu kez onun çocuklarının ihanetiyle indirildi Kronos gökten.

    Peki nasıl paylaşılacak bu uçsuz bucaksız mavi gökler, engin denizler ve karanlık yeraltı. Sahipsiz mi kalacak onca şey. Karar verdiler aralarında ve kim nerenin efendisi olacak diye kura çektiler. Zeus mavi gökyüzünü, Hades karanlık yeraltı ülkesini ve Poseidon ise engin denizleri aldı.

    Yeryüzü ise biz insanlara kaldı, yaşayalım diye. Ama tanımak, bilmek gerek her üçünü de. Hele hele denizlerde açacaksan yelken, özellikle bileceksin Poseidon’u. Sadece bilmek te yetmez. Sen onu tanıyacaksın, o da seni bilecek ve aranız iyi de olacak. Biliyoruz arasının iyi olmadıklarına neler yaptığını, bu denizlerin hiddetli ve acımasız efendisinin.

    O ki, on yıl süren Truva savaşı sonrasında yıllarca süründürdü Odysseus’u yollarda. Anca birkaç hafta sürecek olan geri dönüş yolu, sürdü bir on yıl ve evine varamadı o zavallı çok uzun zaman.

    Ama O, aslında hak etmişti de bir diğer taraftanda bu başına gelenleri. Savaşacaksan onurunla savaşacaksın ve onurunla kazanacak veya yenileceksin. Nereden de çıktı şimdi bu hile?

    Odysseus çok akıllı, parlak pratik zekalı kralıydı İthaca’nın. Güzel Penelope ile evliydi ve Telemachus adında da bir oğlu vardı. Bu kadar uzun süreceğini bilemeden, ki daha doğrusu tahmin edilemezdi de ve kimse de edememişti zaten, katıldı savaşa.

    Olympos dağının tanrı ve tanrıçaları bu kadar parmaklarını sokmasalardı ve kurcalamasalardı, belki de daha önce de sonlanırdı bu Truva savaşı. Ya savaşı kazanır alırlardı şehri, ya da yenilip dönerlerdi evlerine veya ölürlerdi onurlu bir asker gibi savaş meydanında. Ama çok karıştılar bu dünya işlerine, şu Olympos dağının efendileri.

    Artık olmadı bu iş, geri dönüyoruz demek için de çok geçti. Boğuşma bunca yıl sürmüş ve çok kan akmıştı. Bir şekilde bu savaşı nihayetlendirmek, bu şehri almak, dillere destan zenginliklerini ve hazinelerini ele geçirmek gerekliydi. Ona boşuna kurnaz demiyorlar ve parmakla göstermiyorlardı. O'na sonradan çok pahalıya mal olacağını bilmediği bir fikri vardı aklında ve toplantı çadırında söz aldı Odysseus;

    ”Ey güçlü krallar ve korkusuz komutanlar, dinleyin beni. Olympos dağı efendileri bu işin içinde bu kadar oldukları sürece biz bu savaşı kazanamayacak, yapımına Poseidon’un da yardım ettiği bu surları aşamayacağız. Daha da kötüsü, bu bitmeyen savaş bizi bitirecek böyle giderse. Böyle boş ellerle eve dönersek, kimsenin yüzüne de bakamayız. Bu heybetli utanç, omuzumuzda oturur bir ömür. Ama benim bir fikrim var…”

    Aslında tüm krallar, komutanlar ve elbette tüm askerler de bıkmışlardı bu sonu gelmeyen savaştan. On yıldır bu surların önünde savaşıp duruyorlardı, neredeyse başka bir şey hatırlamaz olmuşlardı. Evleri, aileleri ve ülkeleri çok gerilerde, çok uzaklarda kalmıştı.

    Kurnazın fikri bir hileydi ve savaşçılığın mertliğine de aykırıydı aslında, ama bıkkın ve yorgun askerler sıcak bakıyorlardı. Herkes evini ve ailesini özlemişti ve özünde bir yerlerde de haklıydı Odysseus. Bu utançla yaşayamazlardı.

    Herkes, tüm ordu toparlandı, gemilere bindiler ve dönüş yoluna çıktılar. Asıldılar küreklere, bastılar yelkenleri bir akşam üstü. Ama giderken bu savaşın anısına bir hatıra, bir koca tahta at bıraktılar savaş meydanına, surların önüne.

    Biraz romantik bir ayrılış gibi gözükse de Truva halkına, acaba öyle miydi? Bu acı gerçeği sadece kör dilenci, zavallı kâhin bir kadın anlıyordu kendi kalp gözüyle. Ama onu da kimse dinlemiyordu.

    Gözcüler verdiler gemilerin ayrıldığı haberini ve terkedilmiş koca tahta atı buldular surların önünde. Zafer sarhoşu şehir aldı hediye atı surların içine ve çılgıncasına eğlenceler başladı. Ne de olsa on yılın yılgınlığı ve kaybedilen canların üzüntüsü vardı kalplerinde.

    Saatler geçti ve şölenlerin sonrası yorgunlukla herkes bir köşede sızdı kaldı, nöbetçiler bile. Sonra atın gizli bir kapağı açıldı ve içinde gizlenmiş Odysseus dahil kırk savaşçı gölgelere gizlenerek indiler ve açtılar şehrin kapılarını. Dışarıdaki zifiri karanlıkta sessizlik içinde bekliyordu, Truva halkının ebediyen gittiklerini sandıkları onun silah arkadaşları.

    Truva bir büyük tuzağa düşmüştü, sadece onlar değil aslında dağın efendileri bile habersizdi bu olacaklardan. Odysseus ta habersizdi sonradan başına geleceklerden, bu an onun lanetinin de başlangıcıydı. Aslında bir yerde de, ava giden avlanmıştı.

    Halk kılıçtan geçirildi, şehir yakılıp yağmalandı, ganimetler gemilere yüklendi, halktan sağ kalanlar köle pazarlarına giden tüccarlara verildi satılmak üzere.

    Bu hile ve bu savaş Olympos dağını da karıştırdı. Tanrı ve tanrıçaların bazıları Odysseus tarafındayken, diğerleri ise karşı taraftaydılar. Ama içlerinden bir tanesi çok, ama çok kızgındı ve Odysseus tam da onun avucuna düşmüştü.

    Poseidon’nun şiddetli öfkesi durulacak gibi değildi...


7 Mayıs 2021

Ege denizi - Αιγαίο Πέλαγος

                                                                    

    On iki yaşımdayken kanıma gireni, yıllardır aklımda olanı, geceleri rüyamda dolaşanı, hayalimi gerçekleştirmişim ve gelmiş bir de bana diyor ki; "Sen bu tekneyi Marsilya’ya getir"

    Binlerce yıldır Dünya’nın her köşesinden insanlar Ege’ye boşu boşuna geliyorlar da, ben mi Ege’den kalkıp uzaklara taşıyacağım Shqiptar'ı. Hem de bu ülke topraklarının, bu coğrafyanın, bu denizin, bu kıyıların, bu zeytin ağaçlarının, bu tarihin aşığı olan ben...

    Bunu yapacak adama, "Millet gider Mersin’e, sen gidersin tersine" bile demezler vallahi. Başka bir şey derler de aslında, onu da burada yazmayacağım.

    Bu güzel adalar denizi ismini nereden aldı diye durup tartışır insanlar, tartışmak onlara kalsın. Kafka’nın da dediği gibi benim de pek bir tartışasım, kafayı takasım yok bu sıralar böyle konulara. Ben neyi, hangi yaklaşımı seviyorsam onu taşıyacağım bu satırlara.

    Efsaneleri severim ve biraz özetleyerek aktaracağım bu denizin hikayesini aşağıda;

    Çok ama çok zaman önce Panathenaia sırasında, ki aslında Atina’da düzenlenen bir bayram ve onun şölenleri yapılırken olmayacak şey olur ve Girit kralının oğlu öldürülür.

    Acı tazeyken ve ortam gerginken kimse itiraz etmez. Ama kralın bu yüksek dağları, bu engin denizleri ben yarattım dercesine istediği kan bedeli ağırdır.

    Atina'dan her yıl yarı insan yarı boğa olan Minotaur'a kurban edilmek üzere, yedi tane bakire kız ve yedi tane bakir genç erkek gönderilecektir.

    Başlangıçta sakin, ancak sonrasında volkanlar kadar kızgın olan Atina kralı Aegeus, oğlu Theseus’u Minotaur’u öldürmeye gönderir;”Olur ki öldürdün, geri dönerken gemine beyaz bayrak çek. Yok öldüremedin ve sen öldün, geminin gönderine kara bir bayrak çeksinler diye de ekler.

    Efsanenin uzun hikayesinin sonuna doğru, başarı kazanmış olan oğul gurur sarhoşu bir şekilde Atina’ya dönerken babasının sözlerini yanlış hatırlar ve zaferini simgeleyecek olan beyaz bayrak yerine, başarısızlığın ve ölümün nişanesi kara bayrağı çeker gemisinin direğine.

    Kıyıdan gemi direğinde kara bayrağı gören gören talihsiz baba, oğlunun öldüğünü düşünerek kendisini denize atar ve böylesine trajik bir şekilde intihar eder.

    Bu dramatik olayla birlikte Atina körfezine ve ötesine Aegeus Pontos, yani Aegeus’un denizi, bizim deyişimizle Ege denizi denilmeye başlanır.

    1071 Yılında Malazgirt savaşı sonrası Anadolu’ya yayılan ve beylikler kuran Türk obaları ise bu denizin kıyısına, yaklaşık on yıl sonra 1081 yılında ulaşmışlar ve bu denize Adalar Denizi ismini vermişlerdir.

    Doğrudur da, Ege denizinde irili ufaklı yaklaşık 3000 parça ada ve kayalık bulunmaktadır. Bazıları ise kıyılara hakikaten çok yakındırlar. Sadece bu coğrafya yapısı bile, bu denizin sonradan batan bir kara parçasının üzerine Akdeniz’in hücum etmesi ve yerleşmesiyle oluştuğunu anlatmaktadır bizlere.

    Efsanesi tarihi, burnu adası, koyu kumsalı, balığı kalamarı, rakısı uzosu, güneşi ve keyfi bol olan böylesine bir deniz varken bırakılıp ta başka yere gidilir mi?

    Elbette Akdeniz’de ve Dünya’da görülecek başka sular, yelken basılacak başka denizler de var.

    Ama önce buraları ve denizcili bir sindirelim, Odysseus'un rotalarını bir yapalım, efsaneleri öğrenip Poseidon'nun gönlünü kazanalım, sonra gideceğiz ötelere.


3 Mayıs 2021

Shqiptar'ın Seyir Defteri; Vay Be, Dur Bakalım

  Konuyu ciddi olarak 13 Mart 2021 tarihinde konuşmaya başladık. Ancak artık bugün kafama iyice yattı ve aslında cesaretim tam geldi demek daha doğru olur.

    Bu konunun gerçekten kafama yatmasının en önemli sebebi, kendi yaşam kurgum hakkında aldığım bir takım ara kararlar aslında. Kendime bundan böyle nasıl bir hikayeyi uygun buluyorum veya bulacağım.

    İnsanlar konuşurken veya akıl verirken mangalda kül bırakmıyorlar, aynı benim gibi. Ancak iş uygulamaya gelince işin rengi hiçbir zaman aynı olmuyor, aynı benim de yaptığım gibi. Kendime haksızlık etmemek daha doğru olur aslında, sonuçta ben de bir insanım. Günahıyla sevabıyla, etten kemikten bir ademoğluyum şunun şurası. Ne diyordu büyük ozan;

  ... Sonra. Sonra dokuz eylülde İzmir'e girdik ve Kayserili bir nefer yanan şehrin kızıltısının içinden gelip öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, Güneyden Kuzeye, Doğudan Batıya Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

    Ve biz burada bitirdik destanımızı. Biliyoruz ki layığınca olmadı bu kitap.

    Türk halkı bağışlasın bizi, onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar, korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar ve kahreden ve yaratan ki onlardır, kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...

    Gelelim bugüne; ve o insanlardan, o kadınlardan, o erkeklerden ve o çocuklardan yaklaşık yüz yıl sonra ki, tüm hepimiz olarak onlara bugün hiç layık olmadığımızı düşünüyorum, kendi maceralarımı yazacağım bu satırlara.

    Ama eğri oturup düz konuşalım elbette. Onlar can verip, can aldılar ve bir milleti özgür kıldılar. Onlardan yüz yıl sonra bugün yaşamın bir anındaki bizlere bugünü verdiler, hem de neler pahasına.

    Niye mi böyle bir giriş yaptım bu günceye, çok severim zira Nazım Hikmet'in satırlarını. İlk olarak babam sayesinde tanıdım kitaplarını ve yine babam sayesinde sevdim o büyük ozanı. Böyle bir girişle hem gözlerimi açmamı sağlayan ancak artık yanımda olmayan babamı ve hem de burada yazacağım güzel ve eğlenceli maceraların hikayelerini yaşayabilme şansımı özünde borçlu olduğum insanları hiç bir zaman unutmadığımı söylemek istedim.

    Ve dediğim gibi ben de onlardan biri, bir sıradan insan. Çok mu karışık oldu bu satırlar? Olmasa şaşardım zaten. Nedendir bilemiyorum daha kısa yoldan giderek yazmayı beceremiyorum. 

    ...Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. "O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü. Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.

    Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. Ve zaten genellikle o daha az sever seni, Senin onu sevdiğinden…

    Çok sevmezsen, çok acımazsın. Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. Senin değillermiş gibi davranacaksın.

    Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. Çok eşyan olmayacak mesela evinde. Paldır küldür yürüyebileceksin.

    İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. Gökyüzünü sahipleneceksin, Güneşi, ayı, yıldızları…

    Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. "O benim." diyeceksin. Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan bir  şeylerin...

    Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. Mesela turuncuya, ya da pembeye. Ya da cennete ait olacaksın.

    Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.

    İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak... Diyor Can Yücel usta.

    Pekala, ben dahil bugüne gelene kadar zaten yeterince bedel ödemedik mi? Ter dökmedik, sorun çözmedik ve yılları başkaları için yaşamadık mı? Elbette yaşadım ben de ve artık kalanı, eh ne kadar varsa o kadarı, artık benim.

    Bir arkadaşımdan geldi bu teklif, ama ne teklif. Para pul değil, iş güç değil, hırslı rekabetçkoşturmaca hiç değil ...

    Vay be, dur bakalım... 

26 Nisan 2021

Quo Vadis - Evrendeki Uzak Menzil


    Yanıyor... O güzelim şehir günlerdir cayır cayır yanıyor...

    Alevler şehrin neredeyse üçte birini yutup, kül ettti bile. Bu kentte yangınlar hiç eksik olmaz zaten, hele hele evlerin genellikle ahşap veya kerpiçten olduğu fakir bölgelerde hiç eksilmez. Ama bu defa farklı, bu defa çok daha büyük ve günlerdir neredeyse altı gündür nefes aldırmaksızın devam ediyor yangın. Alevlerden ve dumandan artık gece gündüz birbirine girmiş, halk arasında tam bir panik yaşanıyor. Oradan çıkmanın ve ayrılmanın zamanı, zira artık onun için bile dayanılacak gibi değil durum.

    Havari Petrus’ta Roma'dan ayrılanlar arasındaydı. Aslında hem yangından ve hem de acımasız imparatorun zulmünden kaçıyordu. Onun din kardeşlerine karşı Neron delicesine zalimdi, hem de çok fazla.

    O şimdi canını kurtarıyordu belki, ama içinde bir kaygı da vardı ruhunun derinlerinde. Sanki görevini yarım bırakmış gibi hissediyordu kendisini bir diğer taraftan. Ya O görünürse tekrar, ne diyecekti kendisine? Nasıl cevap verebilirdi? Aydınlanmayı bekleyen kardeşlerimi bıraktım ve onları terk ediyorum mu diyecekti.

    Korktuğu başına geldi bile çok geçmeden. Şehre doğru ilerleyen bir ışık demeti içinde gördü O’nu, kendisinin ortada bıraktığı kardeşlerini kurtarmaya gidiyordu muhakkak. Nereye gittiğini öğrenmek istiyordu. Yere diz çöktü pişmanlıkla ve yalvarırcasına seslendi; “Ey yüce efendim, quo vadis?”

    Ben de aynı soruyu sordum Defne'ye;”Güzel kızım nereye gidiyorsun?”. Lyon Bellecour’da dev bir dönme dolap kurmuşlar oraya gidiyormuş, evden çıkıp atladık arabaya beraber gittik. Dönme dolabın yüksekliği yaklaşık altmış metre ve benim için çok fazla yüksek. Ama hızı daha makul düzeyde ve saatte neredeyse dört kilometre. Bu hızla yarı çapı hemen hemen otuz metre gibi kabul edilecek bir daire boyunca, az bir zamanda tamamlıyor turunu.

    İkimiz dönme dolaptayken, bizimle beraber dünyamız ise saatte 1670 kilometre hızla kendi çevresinde ve yine saatte 108 bin kilometre hızla ise yıldızının etrafındaki yörüngesinde dönüyor.

    Peki ya Güneş? O çapı yaklaşık olarak 100 bin ışık yılı olan Samanyolu gök adası içinde, merkeze 25 bin ışık yılı yarı çaplı yörüngesi üzerinde, yine saatte yaklaşık 720 bin kilometre hızla dönüyor ve her bir turunu yaklaşık olarak 240 milyon yılda tamamlıyor.

    Yukarıdaki rakamlar arasında; bir ışık yılının aslında bir mesafe ölçüsü ve 1 trilyon kilometrenin çok az üzerinde olduğunu, ilk örneklerinin zamanımızdan 300 bin yıl önce olmakla birlikte, "Homo Sapiens" bir diğer deyişle "Bilen İnsan" nın bilgili davranışlarının neredeyse 100 bin yıl önceye tarihlendiğini ve ortalama insan ömrünün ise bugün kabaca 80 yıl olduğunu tekrar hatırlatmak isterim. 

    Pekala ya sen Samanyolu gök adası, saate 2,26 milyon kilometre hızla nereye gidiyorsun? Quo vadis?

    Samanyolu gök adasının durumu tam olarak Aşık Veysel'in de dediği gibi;

    "Şaşar Veysel işbu hale, gah ağlaya gahi güle, yetişmek için bir menzile, gidiyorum gündüz gece"

    Samanyolu yakınlarındaki diğer komşu gök adalar ile birlik olmuş 100 milyon ışık yılı uzağındaki Virgo üst grubuna, Virgo ise tüm bu yüküyle birlikte 250 milyon ışık yılı uzaklıktaki büyüklerin büyüğü 100 bin gök adadan oluşan farklı bir çekim merkezine ve hep birlikte 652 milyon ışık yılı uzaktaki daha da esrarengiz yerlere, menziline doğru "Yolcu yolunda gerek" misali ilerliyorlar. Söylemesi dile kolay, ama akıl ermez bu derinliğe. 

    Dün Alaska ile ilgili bir belgesel izledim. O bölgedeki gizli bir askeri nokta tanıtılıyordu ve oradan kıtalar arası nükleer balistik füzeleri kolaylıkla avlayabilecek bir atış gücüne sahip olduklarını gururla anlatıyordu birlik komutanı.

    Tüm yukarıda yazdıklarımı, birlik komutanının sözleriyle tekrar düşündüm. Gülümsedim kendi kendime ve dedim ki; "Tüm bu bilimi ve bunca bilgiyi yaratan ademoğlu nasıl bir akıllı canlıdır ki, aynı akılla kendi kendisini de yok etmenin sınırlarında gururla dans eder umursamazca."

    Bu yazıyı bir bilimkurgu ustası İsac Asimov'un, daha önceden de alıntıladığım bir hikayesinin kısaltılmış haliyle sonlandıracağım.

    ...Naron Rigel ırkındandı ve tüm gök adalardaki zekâları, gelişmiş ırkları kaydettiği büyük bir defteri vardı. Yeni bir bilgi gelmişti ve bir grup organizmanın daha olgunluğa eriştiği bildirilmişti. Harikaydı bu ve haberci gök adanın kod numarasını ve onun içindeki dünyanın konumunu söyledi. Naron o dünyayı biliyordu. Güzel bir yazıyla, adını alışkanlık olduğu üzere hakim nüfusunun aşina olduğu gibi kullanarak "Yerküre" yazdı. Hakim ırkının termo nükleer enerjiyi bulduğuna çok sevinmişti. Yakında gemileriyle uzayı tarayacak, federasyonla bağlantı kuracaklarını da biliyordu. Haberci uzay etkinliğinin çok sınırlı olduğunu söyleyince, şaşırdı Naron. Termo nükleer deneylerin ve patlamaların nerede yapıldığını çok merak etti. Cevap akıl karıştırıcıydı, zira kendi gezegenlerinde yaptıklarını söylediler kendisine. Altı metre boyunda olan Naron ayağa kalktı ve “Kendi gezegenlerinde mi?” diye gürledi. Kalemini çıkardı ve kara kaplı deftere yazdığı son adın üzerini çizdi. O zamana kadar görülmemiş bir şeydi bu, ama O çok bilgeydi ve hemen herkes gibi kaçınılmaz sonucu tahmin edebiliyordu.

 “Ahmaklar…” diye homurdandı.

25 Nisan 2021

Shqiptar'ın Seyir Defteri; Teknen Neta, Rüzgarın Kolayına Olsun

                                                                                    

    Shqiptar'ın günlüğünün önceki sayfasında da yazdığım gibi, hani bu hafta nasıl yaşamdaki elli üçüncü yılım dolacaksa, iki sene önce yine bu günlerin hemen sonrasında bir perşembe günü Lyon'dan, İstanbul'a geldim.

    Gelişimin ertesi günü vefat eden sınıf arkadaşımın kabrini ziyaret edeceğimi düşündüğüm bir plan yapmıştım kendi kendime, ne çok safmışım.

    Hemen valizleri eve bırakır bırakmaz berbere gittim saçlarımı kestirmek için, orada başım suyun altındayken telefonum car car çaldı, yetişemedim. Çıkınca baktım annem aramış, geri aradım hemen. Hoş geldin oğlum demesini beklerken, aldığım haberle başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

    İşte o an, üç senelik zorlu süreç başladı.

    Babam düşmüş ve beyin kanaması geçirmiş, hastaneye kaldırmışlar. Şu bir cümlenin altında o kadar şaşırtıcı, beklenmedik, çok fazla üzücü olay yaşandı ve sonrasında yaşanacak ki. Sadece kısaca birer cümleyle geçeceğim.

    Sonrasında her şey düzeliyordu yavaş yavaş, toparlayacak artık diyorduk ve böyle olunca, o ruh haliyle on üç yaşımdan beri hayalini kurduğum yelkenli teknemi satın aldım. Açıkçası çok keyifliydim. Aldım almasına da bir ay sonra babam vefat etti, ardından annem aort ameliyatı geçirdi ve sonrasında boşandım. Salgın ve sürecini söylemiyorum bile.

    Geçen sonbaharda geldim Fransa'ya. Şimdi kızımı Lyon'a, oğlumu Hollanda'ya yerleştirip geri dönüyorum önümüzdeki günlerde, daha doğru dürüst üzerinde olamadığım teknem Shqiptar'a Marmaris'e, Türkiye'ye.

    Bunların hepsi hayatın farklı aşamaları; bazıları üzücü, bazıları yorucu ve bazıları ise mutluluk verici benim adıma. Hayat böyle, zaten bence güzelliği ve büyüsü tam burada işte. Yarın bilinmez, dün geçti, bugün elinde ve bir onu yaşıyorsun.

    Tüm bunların yanında hayatımdaki bir takım gereksiz yüklerden de kurtulduğum ve kurtulmakta olduğum için ise çok mutluyum. Asıl söylemek istediğim ise tam bu; En karanlık, en umarsız, en yorgun olduğunu düşündüğün zamanlarda bile bir tebessüm, bir ışık, bir yol, bir çıkış, bir kurtuluş ve her zaman bir umut var. Sen sadece dik dur yeter. Elbette görebilene, anlayabilene ve zihninin, tutkularının esiri olmayana tüm bu yazdıklarım.

    Seyir defterinin girişi böylelikle tamamlandı, artık denizde olacağız. Bakalım kahramanlarımızı nasıl maceralar bekliyor, göreceğiz.

    Shqiptar neta, rüzgarın kolayında olsun. Bas yelkenleri kaptan...

18 Nisan 2021

Olympos Tanrıları Neredeler - Fermi Paradoksu


    Sen...evet evet sen Ares...sana diyorum...Sen bu Olympos dağında oturan tanrılar içinde tiksindiğimsin...

   İhtişamlı Zeus öfkeden çılgına dönmüş bir halde, oğlu savaş tanrısı Ares'e hiddetle haykırıyordu. Diğer taraftan Apollon ve Athena'da katıldılar tartışmaya ve onlar da bağırıyorlardı Ares'e;

    ...Sen kaleler yıkan, elleri kanlı, dönek, utanmaz, acımasız, deli ve kötülerin de kötüsü olanısın...

    Ares bu, savaşların tanrısı. Bu hakaretleri dinlemeye devam etmeyecekti elbette ve ağır bir intikam almaya karar verdi. Yanına yardımcıları; Korku, dehşet, fitne ve kız kardeşi yağmaların tanrıçasını da alarak köşesine çekildi. Dünya'ya, insanlara dehşet salacaktı, saldı da. Her köşede fitne, fesat, savaşlar, katliamlar, yağmalar yaşandı. İnsanlar içinde oluk oluk aktı kan, aynı nehirler gibi. Bu gidişe dur demek için Olympos dağı tanrıları da Ares'e karşı savaş açtılar.

    Ama nafile ve maalesef kazanan savaş tanrısı oldu. Belki de o günden beri bu sebepledir ki, savaşlar hiç eksilmeksizin devam eder durur insanlar arasında.

    Ares kazandı kazanmasına ama, Zeus'u da tahtından indiremedi bir diğer taraftan. Bir anlaşma yapıldı iki taraf arasında. Artık Olympos dağı tanrıları dünyaya ve insanlara karışmayacaklardı. Anlaşma anlaşmadır. Zeus şartları kabul etti ve dağdan dünyaya açılan tüm kapıları kapattı.

    O gün bugündür, kimse ne o dağdan, ne de tanrılarından haber alamadı ve zaman içinde unutuldular gitti. Ne yapıyorlar şimdi? Neredeler?

    Sahi neredeler?

    Drake denklemiyle o kadar da hesap kitap yaptık. Dedik ki;"İki ila yirmi dört bin tane daha farklı uygarlık olabilir gök adamız Samanyolu'nda" Neden hiçbirinden ses yok?

    Ama şu önemli bir bilgiyi de eklemek gerekli diye de düşünüyorum. Bir takım bilim insanları, ki sözlerinde güvenilir olanları, ulaşılabilecek uygarlık sayısını bir milyon adete kadar taşırken bir yandan, bazıları ise gök ada başına bir uygarlığa kadar da azaltıyorlar.

    İtalyan bilim adamı Enrico Fermi de yukarıdaki aynı soruyu daha bin dokuz yüz elli yılında, Drake denkleminden de, herkesten de önce sordu ve dedi ki;" Evrenin büyüklüğü, süre, adetler, tahminler, hesaplar, kabuller ortada ve akılcı da hepsi, ama neden henüz gezegenimiz dışından hiç bir uygarlıkla tanışmadık veya bir iz bile bulamadık. O zaman ortada bir paradoks, bir çelişkili sonuç yok mu?"

    Günümüzde aynı çelişki, yine aynı bilinmezlikle devam ediyor. Bugün dış uzayda pekçok, birkaç bin tane yaşanabilir ötegezegen bulundu bile. Aslında böyle dış gezegenler bulunması ve yıldızlarının yaşanabilir kuşakları içerisinde bulunan bu gezegenlerdeki var olan doğa şartları, bize olası farklı yaşam şekilleri hakkında bir fikir de veriyor bir diğer yandan.

    Birkaç on yıldır, bir yandan uzayı sürekli dinlerken ve bir diğer taraftan yine sürekli sinyal yaydığımız halde henüz kimseye ulaşamadık, kimse de gelip bizim kapımızı çalmadı. Koca uzayda bir derin, bir büyük sessizlik var. Ama yoldaki sondalarımız fiziki olarak farklı uygarlıkları arıyorlar, rahat olun.

    Ama yine de yok kimse.

    Uygarlıklar geliştikçe, doğal olarak enerji ihtiyaçları da artmaktadır. Bu durumdaki, yani ileri gelişmişlik seviyesindeki uygarlıkların gerekli taleplerini karşılayabilmek için bizim Dyson küresi dediğimiz, yıldızların yayılan enerjilerini toplayan panel kürelerini yıldızlarının etrafına kurmaları gerekir ki, yıldızlarından sonsuz enerjiyi elde etsinler. Ama ne o, ne de farklı boyutta hiçbir astromühendislik yapısına da henüz rastlamadık.

    Yok kimse.

    Güneşimizin ve parçası olduğumuz gezegen sisteminin oluşum süresi, insanoğlu uygarlığının geldiği seviye ve bunun için gerekli zaman düşünülürse, evrenimizin yaşı itibarıyla en azından bizimle aynı seviyede ve hatta daha da ileri pek çok fazla başka uygarlıkların olması beklenmelidir.

    O uygarlıkların da gezegenler arasında kolonileşmeye başlamış olmaları gerekir. Ancak böyle izlere de rastlamıyoruz. Akıllar biraz karışıyor burada, yanıt çelişkili. Zeki yaşam çok seyrek olabileceği gibi, diğer zeki varlıkların ya kaynakları kıt değil ve başka yerde aramıyorlar, ya da bizim gibi aç gözlü ve böylesine insana değin bir hükümranlık duygusu içinde değiller belki.

    Yok hakikaten yok kimse.

    Aslında yavaş yavaş paradoksu anlamlandırmaya başladık bile. Burada biraz teorisyenleri de dinlemek gerekli.

    Bir takım teorisyenler, bu büyük sessizliğin Dünya dışı yaşamın var olmadığına işaret ve aslında kanıt olduğunu savunuyorlar.

    Ben aynı görüşte değilim; ya verileri yanlış okuduğumuzu, ya aramadaki gözlem kriterlerimizin yanlış olduğunu veya daha yeterince aramadığımızı düşünenlerdenim. Sabırla sebep sonuç ilişkisi üzerine kafa patlatmalıyız ve aramaya devam etmeliyiz diyenlerdenim.

    Bilim adamları ve toerisyenlerin bazıları da diyorlar ki;

    İnsan gibi karmaşık yaşam formları çok özeldir ve gerekli şartlar her zaman öyle kolaylıkla oluşmayacağı için, gezegenimiz de biz de yeganeyiz, boşuna başkasını aramayın.

    Ya da;" Evrimin bir amacı, bir doğrusu yoktur ve rastgele oluşur." diyerek ekliyorlar ki; "Ya zekanın oluşumu raslantısal bir evrimleşme ise, gelin gezegenimizdeki zekanın türler arasındaki dağılımına bir bakın hele". Yani başkasını aramayın boşuna.

    Pekala diyorlar bir diğer bazıları;"Diyelim evrenimizde yaşam yaygın, diyelim zeki yaşam da yaygın, peki ya endüstri gelişmemişse. Ya da gerekli başlangıç ateşleyicisi yoksa. Örneğin biz fosil yakıtlarla aşama kaydetmedik mi?" O zaman aramaya devam edelim diyorlar.

    Ya, yaşam zeki ama yaşayanlar akıllı değilse ve kendilerini yok ediyorlarsa. Biz değil miyiz gezegenimizi, yegane yaşam alanımızı umarsızca ve geri dönülmez bir şekilde kirleten. Biz değil miyiz, uygarlığımızı bir kaç defa yok edecek kadar ve gezegenimizi yaşanmayacak bir yer haline getirecek sayıda nükleer bomba imal eden. Evet, evet aramaya devam edelim.

    Ya belki zeki yaşamın hücre DNA diziliminde bir şifre satırı varsa ve bu satır diğer zeki çeşitliliği ortadan kaldırmayı emrediyorsa ve aradığımız uygarlıklar biz daha onları aramaya başlamadan önce birbirlerini yok ettilerse. Kalanlar ise bundan haberdar ve bu yüzden sessiz kalıyorlarsa. Arayalım onları.

    Evrenin gerçek boyutlarını her geçen gün biraz daha iyi anlıyoruz ve büyüklüğü günden güne daha da çok gözler önüne seriliyor. Ya bu büyüklük ve uzaklıkların devasa oluşu, ışık hızında giden radyo dalgaları için bile iletişimi neredeyse olanaksız kılıyorsa. Bunca muazzam derinlik ve iletişimin zorlukları varken, zeki uygarlıklar yeşeriyor ve yok oluyorsa, bir birimize denk düşememe olasılığımız da hiç azımsanmayabilir aslında. Ama yine de onları aramaya devam edelim.

    Belki onlar da bizi arıyorlar. Belki de bu tarafa biz daha, biz olmadan önce baktı birileri ve sonra başka kesitlerde devam ettiler arayışa. Yani belkide insanlık olarak yeterince zamandır var değiliz veya yeterince zamandır aramıyoruz diğerlerini. Herşey o kadar çok fazla ve çok uzak ki denk düşememe olasılığı hiç azımsanmayacak kadar fazla. Yorulmadan aramaya devam edelim onları.

    Teknolojik seviyemiz uyarınca, belki doğru yöntemle aramıyoruz onları veya belki de aradıklarımızın çok umurlarında değil bulunmak. Belki de onlar artık radyo dalgaları ile değil de, düşünsel şekilde iletişimdeler ve biz de Pasifik okyanusu üzerindeki bir adadan duman işaretleri ile İstanbul'a mesaj iletmeye çalışıyorsak.

    Belki de bizim gibi değiller. Bizim için önemli olan şeyler onlar için değil, merak etmiyorlar belki başkalarını veya merak edilmek istemiyorlar başkaları tarafından. Belkide yeterince teknoloji geliştirmediler, belki bu açıdan bizden geriler ve arandıklarının farkında değiller. Ama yine de biz onları aramaya bıkmadan, usanmadan devam edelim.

    Ama belki de buradalar veya çok yakındalar ve bizi henüz bilemediğimiz bir şekilde takip ediyorlar.

    Bir gerginlik oluştu sırtınızda değil mi? Ben birilerinin orada, evrenimizin bir köşesinde olduklarını düşünenlerdenim ve onlarla iletişimin bir gün, bir şekilde kurulacağına da eminim.

    Belki bugün, belki yarın, belki yarından da yakın.