29 Ekim 2018

Bir Hikaye Anlatacağım - Büyük Çarpışma



Hani derler ya; “Büyük aşklar kavgayla başlar”. Bizim ki de o misal. Bundan yaklaşık dört milyarı aşkın yıl önce; “Develer tellal ve pireler berber, Dünya Güneş çevresinde kızgın bir kor parçası olarak döner iken… Mitolojinin savaşçı kahramanı komşumuz Mars büyüklüğünde bir gezegen, Evrenin mancınığından kurtulup Dünya’ya doğru yönelmiş…
Anlatacağım hikaye işte bu. “O zaman ben, bu zamanki ben değilim” dercesine, Dünya’da farklı elbette.


Yüzeyi bin yüz derece sıcaklıkta ve oluşum son sürat devam ediyor. Kayalar akışkan halde ve fıkır fıkır kaynamaktalar. Her taraf ve her köşe meteor yağmuru altında, lav okyanusları tüm yüzeyde. Kısacası cehennemi bir romantizm hakim gezegenimizde.
Dedim ya, bu sırada Teia isimli genç bir gezegen, Dünya’mıza doğru yol alıyor. Çarpışma kaçınılmaz. Beklenen son gerçekleşiyor ve “Büyük Çarpışma” veya “Giant Impact” başımıza geliyor.
Çarpışma anı çok önemli.


Burada, bu günün mavi gezegeninde yaşamın olmasını ve hatta benim bu yazıyı yazabiliyor olabilmemi bile sağlayan çok bilinmeyenli ihtimaller denkleminin, bir diğer bilinmeyeni de bu çarpışma anıdır.

Varız ve dolayısıyla anlıyoruz ki; Theia ve Dünya bir açı ile çarpışmışlar, kafa kafaya değil. Aksi durumda; ya her iki gezegen de paramparça olurlardı, ya yörüngelerinden savrulurlardı ve Evren’de sürüklenebilirlerdi veya Güneşe çarpıp yok olabilirlerdi.
Ama biz varız ve burada olduğumuza göre, anlıyoruz ki; Theia eğik bir açıyla, Dünya’nın ilerleme ve dönme yönünde, dolayısıyla hızının göreceli düşük etkisinin olacağı şekilde, futbol metaforuyla konuşacak olursak; bir futbolcunun topa dönme, yani falso, vermek isteyeceği açıyla topa vuracağı şekilde çarpmıştır.


İki oluşum halindeki gezegenin çarpışması, trilyonlarca irili ufaklı parçayı uzaya saçtı. Açılı bir çarpışma olması da bu parçaların göreceli bir şekilde, kütle çekimi etki sahasında kalmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla kor halindeki yaralı gezegen, yine kendisi gibi bir kor parçasıyla kaynaşmış ve Dünya’nın etrafında bir yörüngede, üzerinde toz ve eriyik kayalardan oluşan bir parçacıklar kuşağı olumuştur.


O zamanlar durum farklı elbette ve kendi çevresinde Dünya çok hızlı dönüyor. Üzerine doğan Güneş üç saat içinde batıyor ve üç saat süren gece sonrası tekrar doğuyor. Toplamda altı saat süren günler hızla akıyor olsa dahi, Dünya bir kaplumbağa hızı ve sabrıyla ağır ağır değişiyor.
Nasıl bir halı sabırla ve düğüm düğüm, ki milyonlarcası atılarak oluşturuluyorsa, kütle çekim kanunu da aynı sabır ve özenle; parça parça, santimetreler ölçeğinde bile olsa yıllar ve yıllar ve yıllar sürecinde çalışıyor. Dünya’nın tek doğal uydusu “Ay” da birleşen çarpışma molozlarının kendi üzerine yıkılmasıyla yavaş yavaş oluşuyor.
Ve beraber soğuyorlar…


Yukarıda anlattığım gibi, “Force Majeure” bir durum sonucu olarak oluşması sebebiyle Ay; Dünya benzeri bir gezegenin kütlesi uyarınca sahip olabileceği en büyük ve mümkün olabilecek en yakın doğal uydu olmaktadır. Bu bile, oluşumu ile ilgili ortaya atılan yukarıdaki teorinin, gerçeklik olasılığını mutlak kılmaktadır.
Elbette ki bu beraber soğuma evresi oldukça sıkıntılı ve yavaştı; eriyik kayalar, lav denizleri, zehirli gazlar ve yüksek sıcaklık. Suyun ve hatta Panspermia teorisi uyarınca, yaşamın yer küreye göktaşları marifetiyle taşındığı teorisiyle ve benzerlerinin de biricik uydumuza da isabet etmesi gereğinden hareket edersek, şöyle bir sorunun cevabı aranmalıdır.




Dünya sahipken, Ay’ın neden bir atmosferi yok?
Yukarıdaki teoriye göre aslında uydumuza da su geldi. Ancak kütlesinin yetersizliği sebebiyle O atmosferini tutamadı ve sahip olduğu suyun tüme yakını buharlaşarak uzayda dağıldı. Bu sebeple; kuru, atmosfersiz, yaşam barındıramayan bir şekilde kaldı.
Bugün Dünya’ya yaklaşık dört yüz bin kilometre mesafede bulunan Ay, başlangıçta sadece yaklaşık yirmi beş bin kilometre uzaklıkta bulunuyordu, yani anlayacağınız çok fazla yakın.
Eğer bugün hala o mesafe korunuyor olsaydı, baktığımızda gördüğümüz Ay görüntüsü, bugünkünün yaklaşık yirmi katı olurdu.




Uydumuzun bize olan mesafesi sadece görsel olarak irdelenmesi gereken bir konu değildir. Zira incelersek eğer, Ay’ın Dünya’ya olan mesafesi zamanın her aşamasında farklı görevler üstlenmiştir. Ay bizden her yıl beş santimetreye yakın uzaklaşmaktadır. Sadece yörüngesel bu hareketi bile geçen milyarlarca yıl içerisinde incelersek; yaşamın doğumunda canlıların evrimine, gezegenlerin soğumasından denizlerdeki gel-git olaylarına ve hatta Paris café de l’opéra da yapacağınız nefis istiridye ziyafetine kadar pek çok etkisinin olduğunu göreceksiniz.
Neden mi?
Bugün artık Ay bize yirmi iki bin beş yüz değil de, yaklaşık dört yüz bin kilometre mesafe de bile olsa, şimdi söyleyeceğim etkisini kaybetmiş ve hatta bugün sadece aşıkların kalbini ısıtıyor bile olsa, hatırlamak gerekir ki oluşumları aşamasında, hem Ay hem de Dünya çok sıcaklardı. O zamanki aşamada Ay'ın mevcudiyetinin öne çıkan önemi, Dünyamızla arasındaki sıcaklık etkileşimidir.
Ay bu aşamada yakınlığı ve gezegenimize ilettiği kendi sıcaklığı sayesinde ve hatta daha ileri aşamalarda, tahminler odur ki,  Dünya üzerindeki yaşam oluşumunda olumlu etkileri olmuştur.
Hatırlamak gerekir ki, yaşamın başında Dünya okyanusları dev çorbalar olarak yaşama ev sahipliği yapmaya hazırlanıyorlardı ve sıcaklık bu konudaki önemli unsurlardan biriydi.




Dünya’da yaşamın başlamasında önemli olumlu etkilerinin olduğu Ay’ın, canlıların evrimleşmelerinde dahi önemli etkileri olmuştur.
Pek çok memeli veya kuş türünden avcı hayvanın beslenmesinde ve doğal olarak yaşamında ay ışığının ve dolayısıyla Ay’ın çok önemli bir yeri vardır. Hatta insanın psikolojik evrimi çerçevesinde bile gece ve gündüz kavramlarının beynimizde tetiklediği davranışlar açısından Ay çok önemlidir.
Bir diğer taraftan Ay’ın Dünya’yı sakinleştirici etkiside vardır. Her ikisinin karşılıklı etkileşimi, bir diğer deyişle aralarındakı çekim gücü savaşları, Dünya’nın dönüş hızını yavaşlatmıştır. Bu öyle küçümsenecek bir etki de değildir. Son beş yüz bin sene süresinde; dönüş sayısı dört yüz dönüşten, üç yüz altmış beş dönüşe inmiş ve günlerimizin süresi altıdan, yirmi dört saate yükselmiştir.
Kütle çekim kuvvetlerine bağlı olarak sadece Dünya okyanuslarında sular yükselir ve alçalır. Bu olaya gel-git veya med-cezir denilir. Bu olaylar kabaca her on iki saatte bir gerçekleşir. İlk altı saatte en yüksek seviyesine ulaşan sular, sonraki altı saatte geri çekilir. Bir takım yerlerde bu seviye değişimi on beş metrelere kadar ulaşmaktadır.
Fransa Normandiya’da bulunan “Le Mont Saint Michel” etrafındaysanız ve eğer kıyıdan uzaktaysanız, sular geri gelirken atınızı ancak dört nala koşturarak kıyıya, güvenli noktaya ulaşabilirsiniz derler.




İşte Ay Dünyamızda gerçekleşen gel-git lerin yarısından fazlasına tek başına neden olmaktadır.
Dünyamıza yönelen göktaşlarının bazılarını üzerine çekerek bizi koruyan Ay, aynı zamanda Dünya’nın ekvatoru ve ekseni arasındaki kabaca yirmi üç derecelik açısını korumasını da sağlar.
Bu sayede yalpalamayan Dünya’nın, mevsimleri yaşama uygun olmaktadır. Örneğin eğimini kaybetmiş olan Mars sürekli yalpalamakta ve yıkıcı uç noktalara ulaşabilen mevsim şartları yaşamaktadır.
Yukarıda değindiğim çok bilinmeyenli Dünya’da yaşam olur muydu denklemine geri gelmek ve kapsamlı bir soru ve yorum ile de bu yazıyı da sonlandırmak isterim.

Bu güneş sisteminin, bu gezegeninde de yaşamın olabilmesi ve sürmesi için, pek çok unsur bir arada var olmuştur. Evren ve kanunları incelendiğinde görülür ki; her köşesinde yaşamın oluşabilmesi için tüm bu şartların bir araya gelmesinin önünü açacak pek çok temel unsur vardır. Bu bağlamda yaşamın merkezi Dünya’dır demek, eksik bir kabullenme olacaktır. Zira yukarıda belirttiğim kanunlar Evrenimizin her köşesi için geçerlidirler ve aslında her köşenin yaşamla kaynadığına inanmak şarşırtıcı da olmayacaktır.

17 Ekim 2018

Uzay'da Dalga Sörfü - Warp Şürüşü




Ben ilkokuldayken “Boney M” isimli bir müzik grubu vardı ve tınısı hala aklımda olan “One Way Ticket” isimli şarkıları. Tren biletini tek yön alan ve giden…

Hani bir gün deseler; seni koyalım bir uzay aracına ve tek yönlü bir biletle fırlatıp, gönderelim uzayın derinliklerine doğru. Açık söylemek isterim ki şarkı da güzel, teklif de cezbedici. Ancak bırakın bugünkü teknolojiyi, yarın ışık hızı ile ilerleyebiliyor bile olsak benim için yeterli değil. Sadece gökadamızı bile gezemeyecek olduktan sonra, ki yüz yirmi bin üzeri ışık yılı genişlikten bahis ediyorum, teklifi hayatta kabul etmem. Eğer hayatımın kalanını bu işe yatıracaksam, daha çok yer görebilmeyi tercih ederim elbette.

Ama ne dedi usta;”Işık Hızı Evren’in Hız Limitidir”.


Önce biraz anlamaya çalışalım ışık hızını. Işık hızı derken aslında ışığı oluşturan ve kütleleri olmayan fotonların hızından bahsediliyor elbette. Saniyede yaklaşık üç yüz bin kilometre, yani saatte bir milyar kilometreden biraz fazla yol alabilmek demektir. Unutulmaması gereken önemli detay şudur; bu belirtilen hız, kütlesiz fotonun, havasız ortamda bir saniye içerisinde aldığı yoldur. Daha kolay anlaşılabilir bir anlatımla; uzun düzlükte saatte üç yüz kilometre hıza erişmiş bir Formula 1 aracından, yaklaşık üç milyon altı yüz bin kat daha hızlı olmak demektir.

Söylemesi dile kolay…


Peki neden ışık hızında gidemiyoruz?

Oldukça uzun ve teknik bir cevabı var. Gereğinden fazla uzatmak istemem açıkçası ve sadece; Evren’deki “Higss Alanı”, kütle kazanımı, direnç, etkileşim, ağırlık, hafiflik gibi unsurların yer aldığı sebepler paketinden dolayı ışık hızına erişemiyoruz. Sebepler çokça ve sonuç olarak evrenimizdeki hız üst sınırı, ışık hızı’na denk. Evrenimizin dokusu, bir diğer deyişle evrenimiz oluşumu veya sahip olduğu geçerli fizik kanunları dolayısıyla sınırımız burada. Farklı bir evren varsa, biz onu bulursak ve erişebilirsek eğer, farklı kanunlarla karşılaşabiliriz oralarda. Bu içerisinde bulunduğumuz durumda ise “Çare Warp”.

Nedir Warp?


Ademoğlu’nun bilmediğimiz bir gelecekte, Uzay yolculukları için yapacağı araçların teorik olarak gerçekleştireceği hız birimidir. Bir faktör Warp ile bir ışık yılı yol, iki faktör Warp ile on üzeri ışık yılı yol, Warp üç faktörü ile ise yaklaşık otuz dokuz ışık yılı yol alınabilecektir. Kısacası ışık yılı birimleri aritmetik artarken, Warp birimleri logaritmik artmaktadır. Warp motorlarının yaratacağı muhteşem çare de işte burada yatıyor. Warp sürüşüyle hem ışık hızı sınırını aşmayacağız, hem de ışıktan on kat fazla yol alacağız. Biraz farklı şeylerden, bu teknolojiden konuşalım. İşte konu şimdi değişiyor ve işte bu yolculuğa ise bilet hiç düşünmeden alınır.

Nedir Pi” sayısı?


Warp sürüşüne hepimiz “Uzay Yolu” filmlerinden aşinayız. Bu film dizisi yaratıcılarına göre warp sürüşüne “Warp Drive” deniliyor ve iki bin altmış üç yılında Zefram Cochrane isimli bir bilim insanı tarafından icat ediliyor. Warp motorlarının yaratacağı sürüşle ışık hızını geçmeden, uzayı bir battaniye gibi bükerek devasa mesafelere ulaşılabilecek bir mantık kurgulanıyor. Bilim kurgu filminden gerçek hayata, yani bugüne gelirsek eğer, tarihlerin şaşırtıcı şekilde benzerlikler içerdiğini göreceğiz. Kurgusal Warp sürüşü, bin dokuz yüz doksan dört yılında Meksikalı genç bilim adamı, teorik fizikçi Miquel Alcubierre tarafından bilimsel teori şekline büründü. “Alcubierre Sürüşü” ışık hızından daha hızlı yer değiştirilebiceğini ve hatta bunun ışık hızını aşmadan da yapılabileceğini matematiksel bir yaklaşımla savundu.

Dünyamızın uydusu ve yaklaşık dört yüz bin kilometre uzağımızda bulunan Ay’a geleneksek teknolojimizin ürünü kimyasal yakıtlarla, üç günde ulaşabilmiştik. Sekiz ışık dakikalık Mars’a ise ulaşmak aylar sürer. Daha uzaklara ise yıllar ve yıllar ve yıllar. Bize yeni fizik, yani teknoloji, kısacası “Warp Sürüşü” gerekli.

Warp motorları ne yapıyor?


Yöntemin temeli Einstein teorilerinde yer buluyor. Uzay ve zaman bükülebilirliği. Farklı anlatımla; uzayın şeklini bozarak iki nokta arasında kısa yol oluşturmak. Uzay ötesine geçerek, gerçek uzayda kısa yol sağlamak ve böylece logaritmik ilerlemeyi sağlamak. Bir diğer deyişle aracının önündeki uzayı bükmek, katlamak ve aracın gerisindeki uzayı genişletmektir.

Warp sürücü motoru, Warp Drive bir süredir NASA tarafından geliştiriliyor. Bu işin başında doktor Harold White bulunuyor. Teorik olarak motorun tasarımı da, özel yakıtı da, ihtiyaç duyulacak yakıt miktarı da hazır. Geride sadece iki aşama kaldı; Evren’de gerçekten yakıt olarak kullanılabilecek “Egzotik Madde” var mı, varsa nasıl elde edilecek ve bu motoru kullanacak bir uzay aracı nasıl inşa edeceğiz.

Göreceğiz...


Soru basit. Teorik olarak herşey hazır olduğuna göre, ne zaman ışıktan hızlı uzay keşfi yolculuklarına çıkacağız. Bunu söylemek o kadar kolay değil. Henüz aşılması gerekli engeller var. Görellik teorisi yeşil ışık yakmış dahi olsa, kuantum kütle çekim kuramından henüz onay gelmedi. Ayrıca bir de yakıt konusu var. Fosil yakıt kullanmayacağımıza göre, yukarıda sözünü ettiğimiz “Egzotik Madde”, her neyse ve her neredeyse elde edilmeli ve kullanıma sunulmalıdır. Bilim insanlarının bir bölümü egzotik madde bulunamazsa, ışıktan hızlı yol alacak uzay gemilerini unutun diyor. İşte NASA prensiplerinde sevdiğim yön burada devreye giriyor; arayışın sonu yoktur, alternatifler geliştirmeye devam ediyor bilim insanları. Şu anda motoru geliştiren ekibin başında bulunan Harold White warp motorunun yeni bir türünü geliştirerek, egzotik maddeye bile ihtiyaç yok demeye hazırlanıyor. Yeni motor “Kuantum İticiler”. Bu konu üzerine çalışan ekip NASA’nın Johnson Uzay Merkezi’ndeki Eagle Works çalışma grubu, kuram ve tasarımlarına her nekadar teori üzerinden de ilerliyor olsalar ulaşacaklarından çok eminler.

Uzay gemisinin önünde bir warp köpüğü oluşturularak işe başlamak gerekli. Halkaların içindeki uzay aracına bir “Warp Köpüğü” gerekli.


Onu yapacaklar da iki büyük halka içerisindeki bobinler ve oradan geçecek elektrik akımı. Bobinlerin içinde bulunduğu halkalar warp motorları ve yarattıkları elektrik alanı, aracın önündeki uzayı halı misali katlıyor ve uzay aracı; hızlanmadan, ilerlemeden, kımıldamadan ışık hızının logaritmik katlarında ilerliyor. Geminin önündeki uzay bükülürken, geminin arkasındaki uzay geriliyor ve genişliyor. Oluşan dalgaya binen uzay aracı, ışık yılları ile hesaplanacak uzaklıklara kolaylıkla ve ışık hızını geçmeden gidiyor.

Bir sörfçü düşünün.


Gerçekte sörfçü ve tahtası oldukları yerde durmaktadırlar, bükülen ve kinetik enerjisini molekülünden molekülüne aktaran dalga her ikisini taşır. İşte warp motorları bu işi yapıyor. Ancak motorların uzay-zamanı bükebilmesi için gerekli olan enerji miktarı çok yüksek ve bunun sağlanması, beraberinde yakıtın taşınması gerekli. Tanıdık yakıtların yanında, ne kullandığımız nükleer enerji, ne yıldızların kullandığı füzyon enerjisi, ne de antimadde bu işlem için yeterli olamıyor. Bu aşamadaki önemli detay şu; sadece enerji miktarı yeterli değil, bir de bu enerji sağlayıcısının uzay-zamanı bükebilecek beceriye sahip olması da gerekiyor. Diğer taraftan sağlanacak yüksek enerji enerji için gerekli yakıt miktarı da bir sorun olacaktır elbette. Ancak biliminsanları teori üzerine yaptıkları hesaplarıyla bu konuya da bir çare buldular; warp köpüğünü titreştirerek, verimi arttırdılar ve gerekli yakıt miktarı doğal olarak azaldı. Araştırırken eriştiğim cümle şöyle;” Warp köpüğünü titreştirmek uzay-zaman sertliğini almaktadır ve tıpkı sıcak su ve köpükle yumuşayan sakalda jiletin kayması gibi, uzay-zaman da esneklik kazanmaktadır. İnsanoğlunun nerelerden geldiği düşünülürse, yukarıda saydığım tüm hedeflere bilim insanlarının söylediği gibi önümüzdeki elli yılda erişilebilineceğini düşünebiliriz.

Peki böyle bir motor yapabilsek neler yaparız?


Biraz hayal gücümüzü kullanalım. Doğal olarak sistemimiz gezegenlerini keşfedip; olası yaşam imkanı ve maden aramak için gezegenleri kolonileştirirken diğer bir koldan da en yakın komşumuz Proxima Centauri sistemine beş ayda gidebiliriz. Bu motorların yerleştireceği uzay gemileri bizleri elli ışık yılı mesafelere kolaylıkla taşıyacaktır. Böylece, uzayda yol alan sondaların buldukları yaşanabilir gezegenler kolaylıkla ziyaret edilecektir.


Asimow tarafından söylenilen uzay federasyonu belki bizi hakikaten bekliyordur ve böylelikle Dünya dışı zeki yaşamla da tanışırız.

Marco Polo, tüccar babası ve amcasıyla dört yıllık bir yolculuk sonrası Çin’e gitti, kaşif Macellan Dünya’nın çevresini üç yılda dolaştı, Amerika kıtası yerleşimcileri Avrupa’dan üç aylık yolculuk sonrası oralara ulaşabildiler, Jules Verne ise Dünya’yı seksen günde dolaşmayı tasarladı.


Şimdi ise hedef yirmi ışık yılı uzaklıktaki öte gezegenlere iki yılda ulaşmak. Herşey önce hayal etmekle başlıyor.
Yolcu yolunda gerek…

11 Ekim 2018

Soluk Mavi Nokta - Evren'de Dünya




Soluk Mavi Nokta neresi? Dünya. Bu benzetme kimin? Carl Sagan’ın. Pekâlâ, neden böyle bir benzetme yapmış Dünya için? Doksan iki milyar kere dokuz buçuk trilyon kilometre genişliğinde olduğunu tahmin ettiğimiz Evrenin, milyarlar kere milyarlarca gezegenlerinden birinin altı milyar dört yüz milyon kilometre uzaktan Voyager sondası tarafından çekilen fotoğrafını görmüş ve ondan öyle söylemiş. Oğlumun tabiriyle, başka işi yokmuş ta mı bu fotoğrafa bakmış? Onun işi buymuş ve iyi ki bakmış.

Bir takım konuları seçince üzerlerine araştırma yapıyorum, topladığım bilgileri birleştiriyorum ve yorumluyorum sonrasında. Bu yazı içinde çok yorum olmayacak. Zira benim, Onun ve diğerlerinin yazılarından bugün öğrenip söylemekte olduğum tüm şeyleri, kendisi bundan yirmi iki yıl önce söylemiş.

Yukarıdaki fotoğrafa bakmış ve demiş ki usta;


“…Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi oradadır. İnsanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı oradaydı. Her kral ve çiftçi, her âşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süper yıldız, her "yüce önder", her aziz ve günahkâr onun üzerinde yer aldı, bir günışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde. Evrenin sonsuzluğu karşısında Dünya çok küçük bir sahnedir. Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir anlık efendisi oldular. O zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez eziyetleri düşünün, ne çok yanılgıya düştüler, birbirlerini öldürmek için ne kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı. Böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu hakkındaki hezeyanımız, hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuş bizi, bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok. Dünya, üzerinde hayat barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. En azından yakın gelecekte, gidebileceğimiz başka yer yok. Ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz. Beğenin veya beğenmeyin, şu anda Dünya sığınabileceğimiz tek yer. Gökbilimin mütevazılaştırıcı ve kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. Belki de insanın kibrinin ne kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. Bence, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor ve bu mavi noktaya, biricik yuvamıza…”

Hiçbir işaretleme olmasa ve Voyager sondasının çektiği resim önümüze gelse, şu koskoca uçsuz bucaksızlıkta o noktanın Dünya olduğunu kesinlikle bilemeyiz.


Yine Carl Sagan’ın bir sözüyle devam edelim; “Evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne”. Çok haklı. Uzun Kilyos plajında bir kum tanesinden farklı değil gezegenimizin durumu. Fotoğrafın çarpıcılığı da burada değil mi zaten.

Pekâlâ, hiç soruyor muyuz kendimize, şu koca okyanustaki bir ufak kayığın üzerindeki bizler, bu kayığımıza nasıl bakıyoruz veya ona nasıl davranıyoruz diye. Cevap çok basit; kirletiyoruz, kötü, hoyratça, düşüncesizce, umursamazca ve akılsızca tüketiyoruz. Anlamsız davranıyoruz ve kendi kayığımızın dibini deliyoruz.


Dünyamızdaki çevre sorunları çılgın bir şekilde ve logaritmik bir çarpanla katlanarak büyüyor. İnsanoğlunun büyük çok büyük bir bölümü, umursamaz bir yaklaşımla; ya hayatta kalışının en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına, ya kendisine sağladığı yüksek hayat düzeyini kesintisiz sürdürmek adına, ya da maddi açgözlülük ile Dünyamızın bize sunduklarını sonuna kadar sömürüyorlar.

Yerküre bünyesinde bulundurduğu tüm yaşam ile koca evrendeki tek barınağımızdır. İnsanlığın yaşadığı bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki; Küresel ısınmanın başı çektiği ağır felaketler treni hızla üzerimize geliyor, geri dönülemez noktaya geldik geleceğiz ve hala kulaklarımız duymuyor bilim insanlarını.


İnsan nüfusu gezegenimizde son yirmi beş yılda yüzde otuz beş artarak yedi buçuk milyarı aştı.


Birleşmiş Milletler ajansının verdiği bilgiler ışığında konuşursak eğer; Dünya nüfusunun bu artış hızının sürmesi, bizi iki bin elli yılında dokuz buçuk milyarın üzerine, iki bin yüz yılına kadar ise yaklaşık on bir milyara taşıyacak. Ancak bu arada, gezegeni bizimle paylaşan diğer canlılar ise yüzde elli sekiz azaldı. Bu bizim dışımızdakilerin yaşam haklarına itibar etmiyoruz demektir.



Ormanları yok ediyoruz, doğayı katlediyoruz. Son kısa dönemde ormanlık alanlar kabaca yüzde yirmi beş azaldı. Bizim dışımızdaki tüm biyolojik yaşamın yok olmasına sebep oluyoruz. Yerküre beş büyük yok oluş yaşadı. Beş yüz kırk milyar yılda beş defa türler yok oldu. Farkında mıyız, şu anda altıncısı süregeliyor. Bu defa insanoğlu eliyle oluyor. Biyolojik çeşitlilik hızla geriliyor ve canlı türleri yok oluyor. Sıranın kendisine geleceğini umursamıyor bile Âdemoğlu. Dünya üzeri karalarda ve denizlerde cansız, bir diğer deyişle ölü bölgelerin sayısı artıyor. Altı yüz adedi aşalı çok oldu bile.  Dünyada insanların ulaşabileceği temiz su miktarı ciddi oranda azalırken, fosil yakıt kullanımı sebebiyle atmosfere saldığımız karbondioksit gazı miktarı bir o kadar artıyor. Dünya iklimindeki şaşırtıcı olumsuz davranışlar, hey yıl kötü gidiş çıtasını yukarı taşıyor.


Bu yazıya nasıl Carl Sagan ile başladıysak, yine onun çarpıcı bir sözüyle son verelim;
“…Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki yalnızlığımızda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok…”

Bu da benden olsun. Ya alıp başımızı hemen gidelim buralardan, ya da daha fazla zaman kaybetmeden ve sorumluluğu başkalarına yıkmadan her birey olarak aklımızı başımıza devşirelim.