Hani derler ya; “Büyük aşklar kavgayla başlar”. Bizim ki de o misal. Bundan yaklaşık dört milyarı aşkın yıl önce; “Develer tellal ve pireler berber, Dünya Güneş çevresinde kızgın bir kor parçası olarak döner iken… Mitolojinin savaşçı kahramanı komşumuz Mars büyüklüğünde bir gezegen, Evrenin mancınığından kurtulup Dünya’ya doğru yönelmiş…
Anlatacağım hikaye işte bu. “O zaman ben,
bu zamanki ben değilim” dercesine, Dünya’da farklı elbette.
Yüzeyi bin yüz derece sıcaklıkta ve oluşum
son sürat devam ediyor. Kayalar akışkan halde ve fıkır fıkır kaynamaktalar. Her
taraf ve her köşe meteor yağmuru altında, lav okyanusları tüm yüzeyde. Kısacası
cehennemi bir romantizm hakim gezegenimizde.
Dedim ya, bu sırada Teia isimli genç
bir gezegen, Dünya’mıza doğru yol alıyor. Çarpışma kaçınılmaz. Beklenen son
gerçekleşiyor ve “Büyük Çarpışma” veya “Giant Impact” başımıza geliyor.
Çarpışma anı çok önemli.
Burada, bu günün mavi gezegeninde yaşamın
olmasını ve hatta benim bu yazıyı yazabiliyor olabilmemi bile sağlayan çok
bilinmeyenli ihtimaller denkleminin, bir diğer bilinmeyeni de bu çarpışma
anıdır.
Varız ve dolayısıyla anlıyoruz ki;
Theia ve Dünya bir açı ile çarpışmışlar, kafa kafaya değil. Aksi durumda; ya
her iki gezegen de paramparça olurlardı, ya yörüngelerinden savrulurlardı ve Evren’de
sürüklenebilirlerdi veya Güneşe çarpıp yok olabilirlerdi.
Ama biz varız ve burada olduğumuza
göre, anlıyoruz ki; Theia eğik bir açıyla, Dünya’nın ilerleme ve dönme yönünde,
dolayısıyla hızının göreceli düşük etkisinin olacağı şekilde, futbol
metaforuyla konuşacak olursak; bir futbolcunun topa dönme, yani falso, vermek
isteyeceği açıyla topa vuracağı şekilde çarpmıştır.
İki oluşum halindeki gezegenin
çarpışması, trilyonlarca irili ufaklı parçayı uzaya saçtı. Açılı bir çarpışma
olması da bu parçaların göreceli bir şekilde, kütle çekimi etki sahasında
kalmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla kor halindeki yaralı gezegen, yine kendisi
gibi bir kor parçasıyla kaynaşmış ve Dünya’nın etrafında bir yörüngede,
üzerinde toz ve eriyik kayalardan oluşan bir parçacıklar kuşağı olumuştur.
O zamanlar durum farklı elbette ve kendi
çevresinde Dünya çok hızlı dönüyor. Üzerine doğan Güneş üç saat içinde batıyor
ve üç saat süren gece sonrası tekrar doğuyor. Toplamda altı saat süren günler
hızla akıyor olsa dahi, Dünya bir kaplumbağa hızı ve sabrıyla ağır ağır
değişiyor.
Nasıl bir halı sabırla ve düğüm düğüm,
ki milyonlarcası atılarak oluşturuluyorsa, kütle çekim kanunu da aynı sabır ve
özenle; parça parça, santimetreler ölçeğinde bile olsa yıllar ve yıllar ve
yıllar sürecinde çalışıyor. Dünya’nın tek doğal uydusu “Ay” da birleşen çarpışma
molozlarının kendi üzerine yıkılmasıyla yavaş yavaş oluşuyor.
Ve beraber soğuyorlar…
Yukarıda anlattığım gibi, “Force
Majeure” bir durum sonucu olarak oluşması sebebiyle Ay; Dünya benzeri bir
gezegenin kütlesi uyarınca sahip olabileceği en büyük ve mümkün olabilecek en
yakın doğal uydu olmaktadır. Bu bile, oluşumu ile ilgili ortaya atılan yukarıdaki
teorinin, gerçeklik olasılığını mutlak kılmaktadır.
Elbette ki bu beraber soğuma
evresi oldukça sıkıntılı ve yavaştı; eriyik kayalar, lav denizleri, zehirli
gazlar ve yüksek sıcaklık. Suyun ve hatta Panspermia teorisi uyarınca, yaşamın yer küreye göktaşları marifetiyle taşındığı
teorisiyle ve benzerlerinin de biricik uydumuza da isabet etmesi gereğinden
hareket edersek, şöyle bir sorunun cevabı aranmalıdır.
Dünya sahipken, Ay’ın neden bir atmosferi
yok?
Yukarıdaki teoriye göre aslında
uydumuza da su geldi. Ancak kütlesinin yetersizliği sebebiyle O atmosferini tutamadı
ve sahip olduğu suyun tüme yakını buharlaşarak uzayda dağıldı. Bu sebeple;
kuru, atmosfersiz, yaşam barındıramayan bir şekilde kaldı.
Bugün Dünya’ya yaklaşık dört yüz bin
kilometre mesafede bulunan Ay, başlangıçta sadece yaklaşık yirmi beş bin
kilometre uzaklıkta bulunuyordu, yani anlayacağınız çok fazla yakın.
Eğer bugün hala o mesafe
korunuyor olsaydı, baktığımızda gördüğümüz Ay görüntüsü, bugünkünün yaklaşık
yirmi katı olurdu.
Uydumuzun bize olan mesafesi sadece
görsel olarak irdelenmesi gereken bir konu değildir. Zira incelersek eğer,
Ay’ın Dünya’ya olan mesafesi zamanın her aşamasında farklı görevler üstlenmiştir. Ay
bizden her yıl beş santimetreye yakın uzaklaşmaktadır. Sadece yörüngesel bu
hareketi bile geçen milyarlarca yıl içerisinde incelersek; yaşamın doğumunda
canlıların evrimine, gezegenlerin soğumasından denizlerdeki gel-git olaylarına
ve hatta Paris café de l’opéra da yapacağınız nefis istiridye ziyafetine kadar
pek çok etkisinin olduğunu göreceksiniz.
Neden mi?
Bugün artık Ay bize yirmi iki bin beş
yüz değil de, yaklaşık dört yüz bin kilometre mesafe de bile olsa, şimdi
söyleyeceğim etkisini kaybetmiş ve hatta bugün sadece aşıkların kalbini
ısıtıyor bile olsa, hatırlamak gerekir ki oluşumları aşamasında, hem Ay hem de
Dünya çok sıcaklardı. O zamanki aşamada Ay'ın mevcudiyetinin öne çıkan önemi,
Dünyamızla arasındaki sıcaklık etkileşimidir.
Ay bu aşamada yakınlığı ve
gezegenimize ilettiği kendi sıcaklığı sayesinde ve hatta daha ileri aşamalarda, tahminler odur ki, Dünya
üzerindeki yaşam oluşumunda olumlu etkileri olmuştur.
Hatırlamak gerekir ki, yaşamın
başında Dünya okyanusları dev çorbalar olarak yaşama ev sahipliği yapmaya
hazırlanıyorlardı ve sıcaklık bu konudaki önemli unsurlardan biriydi.
Dünya’da yaşamın başlamasında önemli
olumlu etkilerinin olduğu Ay’ın, canlıların evrimleşmelerinde dahi önemli
etkileri olmuştur.
Pek çok memeli veya kuş türünden avcı
hayvanın beslenmesinde ve doğal olarak yaşamında ay ışığının ve dolayısıyla
Ay’ın çok önemli bir yeri vardır. Hatta insanın psikolojik evrimi çerçevesinde
bile gece ve gündüz kavramlarının beynimizde tetiklediği davranışlar açısından
Ay çok önemlidir.
Bir diğer taraftan Ay’ın Dünya’yı
sakinleştirici etkiside vardır. Her ikisinin karşılıklı etkileşimi, bir diğer
deyişle aralarındakı çekim gücü savaşları, Dünya’nın dönüş hızını
yavaşlatmıştır. Bu öyle küçümsenecek bir etki de değildir. Son beş yüz bin sene
süresinde; dönüş sayısı dört yüz dönüşten, üç yüz altmış beş dönüşe inmiş ve
günlerimizin süresi altıdan, yirmi dört saate yükselmiştir.
Kütle çekim kuvvetlerine bağlı olarak
sadece Dünya okyanuslarında sular yükselir ve alçalır. Bu olaya gel-git veya
med-cezir denilir. Bu olaylar kabaca her on iki saatte bir gerçekleşir. İlk
altı saatte en yüksek seviyesine ulaşan sular, sonraki altı saatte geri
çekilir. Bir takım yerlerde bu seviye değişimi on beş metrelere kadar
ulaşmaktadır.
Fransa Normandiya’da bulunan “Le
Mont Saint Michel” etrafındaysanız ve eğer kıyıdan uzaktaysanız, sular geri
gelirken atınızı ancak dört nala koşturarak kıyıya, güvenli noktaya
ulaşabilirsiniz derler.
İşte Ay Dünyamızda gerçekleşen gel-git
lerin yarısından fazlasına tek başına neden olmaktadır.
Dünyamıza yönelen göktaşlarının
bazılarını üzerine çekerek bizi koruyan Ay, aynı zamanda Dünya’nın ekvatoru ve
ekseni arasındaki kabaca yirmi üç derecelik açısını korumasını da sağlar.
Bu sayede yalpalamayan Dünya’nın,
mevsimleri yaşama uygun olmaktadır. Örneğin eğimini kaybetmiş olan Mars sürekli
yalpalamakta ve yıkıcı uç noktalara ulaşabilen mevsim şartları yaşamaktadır.
Yukarıda değindiğim çok bilinmeyenli Dünya’da
yaşam olur muydu denklemine geri gelmek ve kapsamlı bir soru ve yorum ile de bu
yazıyı da sonlandırmak isterim.
Bu güneş sisteminin, bu gezegeninde de
yaşamın olabilmesi ve sürmesi için, pek çok unsur bir arada var olmuştur. Evren
ve kanunları incelendiğinde görülür ki; her köşesinde yaşamın oluşabilmesi için tüm bu
şartların bir araya gelmesinin önünü açacak pek çok temel unsur vardır. Bu
bağlamda yaşamın merkezi Dünya’dır demek, eksik bir kabullenme olacaktır. Zira
yukarıda belirttiğim kanunlar Evrenimizin her köşesi için geçerlidirler ve
aslında her köşenin yaşamla kaynadığına inanmak şarşırtıcı da olmayacaktır.