23 Ağustos 2018

Göktaşı Çarpmasaydı - Dinozorların Yokoluşu




Bir süre önce televizyonda dinozorlar ilgili bir belgesel seyrediyordum. Dinozorların ortadan kalkmaması durumunda insanlık ne olabilir gibi bir soru sordular. Konu aklımda kaldı ve not ettim. Kısa bir araştırma yapınca karşıma John Pickrell tarafından yazılmış bir yazı çıktı, ben de bu yazıyı anlamak ve yorumlamak istedim aşağıda, diyorum ya; ben yazılı düşünenlerdenim.
Kozmik takvimde 30 Aralık yaprağı henüz düşmeden, yani altmışaltı milyon yıl önceydi tarih. Öyle böyle değil, hayal edilmesi bile zor bir afet mavi gezegenimizin başına geldi. Her gün yerküremize irili ufaklı pek çok göktaşı çarpar. Ancak bu defa çarpan biraz tosuncuk türevinden ve genişliği yaklaşık on beş kilometredir. Geleneksel ve futbol esinlenmeli bir karşılaştırma yapalım; yaklaşık çapı yüz kırk üç futbol sahası boyunda bir göktaşı geldi ve Hiroşima da kullanılan atom bombasının yaklaşık on milyar katına eşdeğer bir kuvvetle, tahminen şimdiki Meksika körfezine çarptı.
Burada konuya bir parantez açmak istiyorum ve daha sonra kaldığım yere geri döneceğim.
Japonya Hiroşima kentinde patlatılan atom bombasını biraz hatırlayalım. 6 Ağustos 1945 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri Japonya’nın Hiroşima kentine atom bombası saldırısı düzenlemişti.



Saldırıda kullanılan bombaya “Little Boy” ismi verilmişti,  uranyum 235 tipi atom bombasıydı ve bu saldırıyla ilk olarak yüz kırk bin kişi hayatını kaybetmişti. Yayılan radyasyon sebebiyle; insanlar hastalanmış, yaşamlarını yitirmiş, gelecek kuşaklar da genetik bozukluklar görülmüştü.



Bu çerçevede bakıldığı zaman, Hiroşima’da ölenlerin sayısı dört yüz bine ulaşmıştır bugün. Bu dehşet olay yeni bir kelimenin de Japon diline girmesine de sebep olmuş. Saldırıdan kurtulan insanlara, patlamadan etkilenmiş insanlar demek olan “Hibakusha” denilmeye başlanmış o zamandan buyana.
Bu çerçevedeki duygularımı sanırım biraz anladınız. Daha net olabilmek adına; çok ama çok sevdiğim ve kitaplarının bazılarını tekrar okuduğum, İsac Asimov’a ait bir hikâyeyi, internet üzerinde bulduğum şekliyle sizinle aynen paylaşmak istiyorum.
Naron uzun ömürlü olan Rigel ırkındandı ve ailesinin galaksi kayıtlarını tutan dördüncü üyesiydi. Naron’un tüm galaksilerdeki zekâları gelişmiş ırkları kaydettiği büyük bir defteri vardı. Daha küçük bir defterdeyse olgunlaşarak Galaksi Federasyonu’na girmeye hak kazanan ırklar listelenmişti. Birinci defterde bazı isimlerin, şu ya da bu nedenle başarısız olan ırkların üzerleri çizilmişti. Şanssızlık, biyofizik veya biyokimyasal kusurlar, toplumsal uyumsuzluk eninde sonunda etkisini gösteriyordu. Ama adları küçük deftere geçirilen hiçbir üye o zamana kadar silinmemişti. Ve şimdi, artık iri yarı ve inanılmaz yaşlı olan Naron bir habercinin yaklaştığını duyduğunda başını kaldırdı.



Haberci “Naron,” dedi. “Ulu olan!” 
“Ee, ne var? Şu merasimi bir kenara bırak.” 
“Bir grup organizma daha olgunluğa erişti.” 
“Harika! Harika. Artık daha çabuk olgunlaşıyorlar. Bir yıl geçmiyor ki yeni birileri olmasın. Peki, kim bunlar?”  
Haberci galaksinin kod numarasını ve onun içindeki dünyanın koordinatlarını söyledi. 
“Ah, evet,” dedi Naron. “O dünyayı biliyorum.” Ve muntazam bir yazıyla adını ilk deftere yazdı. Sonra ikincisine de kaydetti, adet olduğu üzere nüfusunun çoğunluğunun aşina olduğu adı kullanarak. “Yerküre” yazdı. 
“Bu yeni yaratıklar bir rekor kırdılar,” dedi. “Başka hiçbir tür zekâdan olgunluğa bu kadar çabuk geçmemişti. Bir hata olmamıştır umarım.” 
“Hata yok efendim.” dedi haberci. 
“Termo-nükleer enerjiyi buldular, öyle mi?” 
“Evet efendim.” 
“Eh, ölçütümüz de bu.” Naron güldü. “Ve yakında gemilerle uzayı tarayacak, federasyonla bağlantı kuracaklar.”
“Aslına bakarsanız, ulu efendim,” diye mırıldandı haberci gönülsüzce, “Gözlemcilerimiz onların henüz uzaya çıkmadıklarını söylüyorlar.” 
Naron şaşkınlık içindeydi. “Hiç mi? Bir uzay istasyonları da mı yok?” 
“Henüz yok efendim.” 
“Ama maden termo-nükleer güçleri var, deneyleri ve patlamaları nerde yapıyorlar?” 
“Kendi gezegenlerinde, efendim.” 
Altı metre boyunda olan Naron ayağa kalkarak, “Kendi gezegenlerinde mi?” diye gürledi.
“Evet, efendim.”
Yavaşça, Naron kalemini çıkardı ve küçük deftere yazdığı son adın üzerini çizdi. O zamana kadar görülmemiş bir şeydi bu, ama Naron çok bilgeydi ve galaksideki hemen herkes gibi kaçınılmaz sonucu tahmin edebiliyordu. 
 “Ahmaklar…” diye homurdandı…
Geri gelelim John Pickrell tarafından yazılmış yazıyı incelemeye ve dolayısıyla kaldığımız yere, yani gezegenimize çarpan göktaşına. Patlamanın gücünü daha iyi anlatabildiğimi düşünüyorum, on milyar Hiroşima atom bombasına eş bir patlama.
Devasa ve radyoaktif bir ateş topu oluştu önce, ulaşabildiği ve yüzlerce kilometre yarıçapındaki her şeyi yaktı, kavurdu, kül etti ve kuruttu. Bu müthiş çarpış, yerküreyi yarısına kadar dolaşan, yüksek hız ve yıkıcılıkta dev dalgalar, yani tsunamiler oluşturdu ve önlerine çıkar her şeyi silip süpürdüler. Yazara göre atmosfer bile yanmaya başlamış olabilirmiş. Bu oksijenin yanması demektir. Böyle bir cehennem gününde ağırlığı yirmi beş kilodan fazla olan hiçbir kara hayvanı hayatta kalamaz deniliyor. Bilinen, daha doğrusu tahmin edilen uyarınca; tüm canlı türlerinin yaklaşık yüzde yetmiş beş’i yok oldu, dolayısıyla nesli kurudu. Bu bağlamda uçamayan dinozorlar da yok oldular. Hayatta kalma şansına sahip olanlar küçük ve tüylü olan, piyadeler ve bugünün kuşlarının ataları olan, uçabilenler.



Yıllar önce bir film seyretmiştim. Metrodan inen adamın karşısında iki koridor var ve bu koridorların sağda olanından gitmesi veya soldakinden gitmesi halinde yaşamı tamamen değişiyordu. Film içinde iki film vardı aslında. Neyse konudan uzaklaşmadan geri gelelim, ne demek istediğimi aşağıda anlayacaksınız.
Bizim tosuncuk göktaşımız düştüğü bölgeyi ıskalasaydı ne olurdu? Kanımca sapanla kuş vurmaya çalışmak iyi bir örnek olabilir. Kuş hareketli, fırlatılan taş hareketli ve dolayısıyla her şey bir iki saniye ile değişebilir. Kosmosun sapanından çıkan göktaşı birkaç dakika önce veya sonra farklı bir noktaya çarpsaydı. Ne olurdu?
İhtimallerden bir tanesi ile başlayalım ilk yolculuğumuza; göktaşı Yucatan yarımadası çevresine çarptığı düşünülüyor. Bu alanda deniz göreceli sığdır. Bu nokta yerine, dakika farkıyla Pasifik ya da Atlas okyanusunun derin sularının olduğu bölgelerden birine çarpmış olsaydı nasıl bir sonuç doğacaktı?

Deniz daha derin olacağı için çarpma şiddetinin bir bölümü elbette emilecekti. Ayrıca bölge kayalarında bulunan ve uzun süre boyunca atmosfere yayılan sülfür yayılımı sınırlı kalacaktı. Felaketin hiddeti böylelikle biraz dizginlenecek ve belki yüzde yetmiş beş tür kaybı olmayacak, böylelikle daha iri dinozorlar da hayatta kalabileceklerdi. Ancak felaketten kaçış yok.


Hep savunduğum tezimi tekrarlıyorum, bilimin her yeni teorisinin yeni sorular yarattığını ve bu döngünün insanlığı ileri taşıdığının altını çiziyorum. Diyelim ki yukarıda son belirttiğim ihtimal oldu ve birtakım dinozorlar hayatta kaldı. Devamında günümüzde yine dinozorlar olur muydu? O zaman hayatta kalan dinozorlar bugün niye yoklar? Hayatta kalanlar farklı türlere evrilmişlerse, hayatta kalacaklarda evrilebilirler miydi? Yeni dinozor türleri olur muydu? Dinozorlar taş devri çizgi film serisinde olduğu gibi evcilleşebilirler miydi? Memeliler nasıl gelişirlerdi? İnsan soyu gelişir miydi?
Bilim dünyasında farklı görüşler var. Bu küresel felaket yaşanmasa bile, bu yok oluşun bir şekilde gerçekleşeceğini söyleyenler var. Örneğin İngiliz paleontolog Mike Benton, “Soğuk iklim dönemleri sebebiyle, dinozorlarda gözle görülür bir azalma olacağını söylemektedir ve ayrıca dinozorların son kırk milyon yıldır zaten azalmakta olduklarını da eklemektedir”. İlk dinozorlar yaklaşık iki yüz elli ve ilk memelilerin yeryüzü sahnesinde ortaya çıkışlarının zamanımızdan yaklaşık olarak iki yüz milyon yıl önce olduğunu ve konumuz küresel felaket ve dinozor neslinin ortadan kalkışının altmışaltı milyon yıl önce gerçekleştiğini hatırlatmak isterim. Bu dönemde yerkürenin tek hâkimi dinozorlardır. Dikkatinizi rakamlara çekmek istiyor ve yeryüzü saltanatının sürelerinin milyon yıllarla ölçüldüğünün altını çiziyorum. Bizim hikâyemiz ise anca son iki yüz bin yıldır devam ediyor ki, yeni araştırmalar bu var oluşu yüz bin yıl daha geriye çekti.
Uzayın derinliklerindeki sapandan gelen göktaşı eğer Dünya’ya çarpmamış olsaydı, dinozor soyu geleceği ile ilgili iki önemli gelişme daha onları etkileyebilecekti.
Öncelikle bitkilerin devam eden evrimi ve çiçekli bitkilerdeki artış, ot obur dinozorların daha rahat gelişmesine, ayrıca çiçekli bitkilerin sindiriminin daha kolay olmasının bu dinozorların vücut boylarının küçülmesine sebep olacağını öngörmektedir. Bu durumda iki önemli konu öne çıkmaktadır. Daha bol ot obur dinozor, onlarla beslenebilecek daha fazla et obur dinozor ve dolayısıyla daha güçlü bir dinozor hükümranlığı demektir. Ayrıca daha ufak vücut boyutları daha dinamik, daha hareketli ve değişimlere daha kolay adapte olabilecek topluluklar demek olacaktır.
Yukarıdakine benzer sonuç doğuracak olan ikinci önemli gelişme ise kıtaların ayrılması, yani yer kabuğundaki harekettir. Günümüzden otuz dört milyon yıl önce Güney Amerika ve Antarktika kıtaları birbirlerinden ayrıldılar. Sonrasında buzullarla kaplanan Antarktika ve soğuyan, kurulaşan yerküre ve çayırların ki, günümüzden yaklaşık olarak yirmi üç ila yine yaklaşık olarak beş milyon yıl öncesi toplam on sekiz milyon yıllık uzun bir dönemden bahis ediyoruz,  daha fazla yer kapladığı karalar. Bu durum yine yukarıdaki sonucu ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak dinozor soyu güçlenecektir.

Aslen bu konular üzerinde araştırmalar yapan bir bilim adamı değilim. Çok saygın olduklarına gönülden inandığım bilim adamlarının insanlığa sundukları paha biçilemez farklı çalışmaları arayıp, buluyor, kendimce burada yorumluyorum. Tüm bu araştırma ve çalışmaları yaparken, satır aralarında gizli ve bence çok önemli birtakım bilgiler beni heyecanlandırıyor, sonrasında kendi amatör teorilerimi dahi geliştiriyorum.
Deniliyor ki; memelilerin evrimleri sırasında uzun dönem bekledikleri bir takım özellikleri, zaten uzun süredir evrim sürecinde oldukları için dinozorlar geliştirmişlerdi bile. Örneğin dinozorlar  yayılan çayırlıklara kolaylıkla uyum sağlayabilir ve oraların hâkimi olabilirlerdi. Aynı zamanda keskin görüş yetenekleri daha da gelişmiş olduğundan,  tehlikeleri daha erkenden tespit edebilirlerdi.
Yukarıdaki paragraf aslında bize şunu da anlatıyor; göktaşı sadece dinozor neslini ortadan kaldırmadı, bunun yanında canlıların evriminin devamına da engel oldu, daha doğrusu birtakım kayıplara, geri dönüşlere ve yeni fırsatlara da sebep oldu.
Bu bağlamda memeli canlıları tekrar düşünmek gerekir. Göktaşı yerküreye isabet ettiğinde yaklaşık olarak yüz kırk milyon yıldır vardılar. Ancak dinozorların hakim güç oldukları bir ortamda yaşıyorlardı ve göreceli olarak küçük ve kuytuların canlılarıydılar. Yüzde yetmiş beşlik bir canlı türü kıyımı, memelilerin Yerküre üzerinde kolaylıkla gelişme ve yayılmalarına olanak sağladı.
Can alıcı son soruları sormanın zamanı geldi sanırım;
Eğer o göktaşı yerküreye çarpmasaydı, dinozorlar günümüze kadar soylarını devam ettirebilirler miydi?
Bilim insanları evet diyorlar bu soruya verdikleri cevaplarda. Ancak cevabın devamında da bir de ek olacaktır. Kesine yakın muhtemeldir ki, dinozorların bazı heybetli türleri yok olacak veya evrimleşeceklerdir. Ancak zekasıyla insan, dinozora hükmedecektir. Hiçbir evrim olamayacaktır ki, dinozor insandan daha zeki olsun.
Dinozorlar ortadan kalkmasaydı, insan soyu oluşur muydu?
Cevabı konusunda  tam bir görüş birliği olmadığını düşündüğüm ikinci sorunun cevabı ile ilgili hâkim fikir “ Evet gelişirdi” yönündedir. Benim de görüşüm bu yöndedir. Büyük felaket öncesi memeli canlı soyları evrimleşmeye devam etmekteydiler.  Kretase döneminde, insansıların da içinden türediği ilk “Primatlar” veya iri beyinli yüksek memelilerin ki, çok ön atalarımız, evrimleri başlamıştır. Sonunda dinozorların yok olduğu bu dönemde, milyonlarca yıl beraber yaşamışlardır ve hayatta kalmışlardır.
Bu anlatılanlar olmuş olaylardır ve sonuçların hiçbiri tesadüf değildir. Milyonlarca yıl önce yerküre üzerindeki canlıların yüzde yetmiş beşi ortadan kalktığı halde, ön atalarımızın geriye kalan kazazedeler arasında olmasına şaşırılmaması gerekir.



Asıl cevap şudur; 
Irkların temel dayanıklıkları, değişken şartlara uyum kabiliyetleri ve uç derecelerdeki felaketlere bile karşı hazırlıklı olabilecek yaratılışlarıdır.
Zekâsının kapasite ve kıvraklığı, bedeninin yerküreye müthiş uyumu ve ön atalarından gelen güçlü kalıtsal mirası, doğal olarak insanoğlunu bu mavi gezegenin tek hakimi kılmıştır.

19 Ağustos 2018

Matruşka Bebekleri - Evrensel Merak



''Matruşka'' bebeklerini bilirsiniz; bebek içinden bebek çıkar. Bu bebekler Rusya'da 19. yüzyılda çocukların zihinsel gelişimi için tasarlanmış. Ahşap oyma sanatçısı iç içe geçmiş 8 bebek yapmış ve adlarının esin kaynağı da döneminin popüler kadın ismi ''Matriyona'' olmuş.

Sanırım yukarıda okuduğunuz paragraf ile aşağıda okuyacaklarınızın yakın ilişkileri ortada ve kolaylıkla göreceksiniz; bilim de sürekli olarak sanki Matruşka bebekleri ile oynuyor.


Masaya konulan sorular, yeni soruları doğuruyor. Bilim insanları bir sorunun cevabını bulduklarını düşündükleri anda, yeni bir soruyla daha karşılaşıyorlar. Her yeni adımla, insanlığın henüz dibinde bulunduğu bilinmezler çukurunun çok, ama çok derin olduğu tekrar ve tekrar suratımıza vuruluyor. Bilim insanları için işin sırrı ve heyecanı da burada değil mi zaten. Bir ömür boyu ararsın, ama o bir ömür, aradığın şeyi bulmana yetmez. Bayrak bir sonrakilere, onlardan da bir sonrakine aktarılacaktır.


Edwin Hubble, gökyüzündeki yıldızları takip ederken bir tanesine gözü takılıyor. Göz kırpar gibi, yanıp söner gözüken bu yıldızı işaretliyor ve onu takip ediyor. Buradan Andromeda gökadasının Samanyolu gökadasından farklı olduğunu anlamaya ve oradan da evrenin genişleme yasasına kadar giden bir süreci yaşıyor. Daha dün gibi, 1920’lerin sonundan bahsediyoruz. Sadece bir insan yaşamı kadar bir geçmişi var bu keşfin.
Buralardan her gökadadaki milyarlarca yıldıza ve milyarlarca gökadaya geldik. Henüz oralara gidemesek dahi. Kendi evrenimizin genişlemesini, sınırlarını ve kaderini tartışırken, sonrasında paralel evrenler ve aralarındaki solucan geçitleri üzerine teoriler de üretmeye başladık.

Söylemeye çalıştığım tam olarak budur işte; insan zekâsının muhteşemliği ve yaradılışın cömertliği burada yatıyor. Daha bir sorunun cevabını ararken, öğrenme dürtüsü yeni sorular sormamıza sebep oluyor. Edwin Hubble önemli bir bilim adamıdır. Onun araştırmaları öncesi Evren ile ilgili görüş; statik ve sadece Samanyolundan ibaret olduğu yönündeydi. Ancak Hubble, sadece genişlemekte olduğunu bizlere göstermedi, gerçekte Evren’in Samanyolu’nun ötesinde uçsuz bucaksız uzandığını da anlamamızı da sağladı.


Hani iş dünyasında bir söz vardır; sıfırı bir yapmak çok zordur, sonrası daha kolaydır denir. Ben aynı sözün bilim için de oldukça anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bilirsiniz Galileo gökbilimi ile ilgili araştırmaları sebebiyle engizisyon mahkemelerinde yargılandı ve mahkûmiyet aldı. Belki gök bilimi adına sıfırı bir yapmayı tamamlayamadı ama Hubble başlanılan işi tamamına erdirdi diyebilirim. Pek çok kuramın, tabunun yıkılmasına ve hatta Einstein’ın bile “Hata yapmışım” demesine sebep oldu. Tüm bunları ise; cam şişe dibi gibi ve içi hava kabarcıkları ile dolu aynaları olan bir teleskop ile yaptı. Onun yaptığı; uzay ile ilgili olarak bilimin çok zor ve önemli bir eşikten geçmesini sağlamaktı. Neredeyse deveye hendek atlatmak kadar zordu.


Bu aşama sonrasında ise teknolojik gelişmelerin hızlanması, üniversitelerin, devlet kurumlarının güçlenmesi ve devasa bütçeler sayesinde; bugün gökbilimciler yaşanabilir gezegenleri, kuasarları, kara delikleri, pulsarları keşfediyorlar ve paralel evrenler ile ilgili teoriler geliştiriyorlar. Dedim ya; tabuları yıkan adam Hubble, galaksilerle dolu uzayın genişlediğini ve bir balon misali şiştiğini anladı. Böylelikle yeni bir Evren modeli, doğuşunu ve evrimini betimleyen “Big Bang” teorisi ortaya çıktı. O Kozmosu keşfetti ve modern kozmoloji bilimini kurmuş oldu gerçekte.



Ancak bu aşamada bir konu üzerinde anlaşmamız gerekli sizinle; bu teoriyi biraz anlamaya başlayınca, göreceksiniz ki devasa sorularla karşı karşıya kalacağız. Örneğin bu büyük patlama nerede, nasıl, ne zaman ve neden oldu? Öncesi var mı? Sonra geri içine kapanacak mı? Tekrar olacak mı? Bu patlamalar bir kapaklı tencere içinde patlayan mısır taneleri gibi mi? Öyleyse bu tencere nerede ve kimin? İman felsefesinin bu teoriye yaklaşımı nedir? Görüyorsunuz sadece anabaşlık sorular dahi devasa, ya alt soru kümeleri? Ancak ben bu soruları sormayacak ve cevabını da aramayacağım. Bu konuları sizlere bırakarak, sadece ve sadece bilimsel açıdan yapılmış ve çalışılmış verilerin kısa bir özetini yaparak bu teorinin ne olduğunu sizlere anlatmaya çalışacağım. Gerisi size kalsın, çalışmayana ekmek yok.

İnsanoğlu en ilkel dönemlerinden bu yana, sürekli olarak gökyüzüne ilgi duymuştur. Sevmiş, merak etmiş, korkmuş, doğaüstü güçler vermiş, romantik bulmuş ve hatta geleceği sormuştur. Gelmiş geçmiş tüm medeniyetler farklı anlamlar yüklemiştir gökyüzüne.



Biz ünlü Aristo ile başlayalım. Yaşamını sürdüğü Milat öncesi dördüncü yüzyıldan daha erken dönemde de gökyüzüne ilgi duyuluyordu elbette. Ancak hem Ege denizinden olması, hem yirmi yıl boyunca Platon tarafından eğitilmiş olması, hem Büyük İskenderin hocalığını yapmış olması ve bilim konularına kafa yoran bir düşünür olması, Onunla başlamam için yeterli sebeptir benim açımdan.


Aristo Evren’in iki bölümden oluştuğunu söylüyordu. Dünya’dan Ay’a ki, dinamik ve sürekli dönüşümün olduğu bölümdür ve Ay’dan sonrası ki, statik yani durağan bölümdür. Aristo’ya göre Dünya Evrenin merkezidir. Sonraki yüzyıllarda da bu görüş kabul görmeye devam etmiştir. Onaltıncı yüzyıla gelindiğinde ise Kopernik Dünya merkezli Evren modeli yerine Güneş merkezli yeni bir modeli ortaya atmıştır. On yedinci yüzyılın hemen başında Galileo teleskopuyla Kopernik tarafından ortaya atılan modeli kanıtlıyordu. Kepler bu çalışmaları daha da geliştirdi. O yörüngelere bir açıklık getirdi ve gezegenlerin güneş etrafında dairesel değil, eliptik bir yörünge üzerinde yol aldığını hesapladı.

Yeni teleskoplar yapıldı, aynalar geliştirildi, gözlemevleri kuruldu, bütçeler oluşturuldu, araştırmalar hız kazandı ve yeni gezegenler bulundu. Artık Evren’i farklı bir ölçekte görmeye ve Samanyolu’nun tek gökada olmayacağını düşünmeye başladık. Çok önemli bir düşünür, Alman Emmanuel Kant Evren’in hep var olduğu fikrini yarattı. Einstein 1917 yılında, madde uzayı eğebilir dedi ve genel görelilik kuramını ortaya koydu. Einstein çalışmaları sırasında eski, homojen ve değişmez bir Evren düşüncesi üzerinden cevabı aradı. Oluşturduğu denklemler onunla aynı görüşte değildi ve sürekli olarak farklı bir sonucu veriyordu. Oysa statik Evren’de uzaklıklar değişmiyordu. Biz üniversitede yol projeleri yaparken bazen hesapları tam tutturamaz ve “Sabunlama” dediğimiz yöntemle, yani hesapları cebren değiştirirdik. Bunu olayı anlatmak için anlattım, Einstein’a yakıştırmak için değil elbette. O da bir hata yaptığını düşündü ve "Kozmolojik Sabit"i denklemlerine ekledi. Bu ikinci hataydı. 1922 yılında genel görelilikten yola çıkarak Rus bilim adamı Freidman, evrende genişleme veya büzülmeler olabilir dedi. Tüm bunları yorumlayan Belçikalı Rahip Lemaitre, Evrenin bir başlangıcı olduğuna göre, bir sonu da olacaktır dedi.


Edwin Hubble’ın tüm Evren’in sadece Samanyolu gökadasından oluşmadığını, ötesinde de farklılarının olduğunu öğrendiğinde yıl 1929’du. Bu durumu incelerken uzaydaki gökadaların birbirlerinden uzaklaştığını fark etti. O zamana kadar ki Einstein dâhil, Evren’in statik ve sonsuz olduğuna inanılıyordu. İşte Galileo ile başlayan ve Hubble ile tamamlanan evre, bilimde sıfırın bir yapılması bu zamandır. Bu aşama sonrasında bilim çevresinin uzaya bakışı değişti. Eğer tüm gökadalar birbirlerinden uzaklaşıyorsa, bu devasa kütleleri bir birlerinden uzaklaşmasına sebep olacak bir kuvvet, bir itici güce ihtiyaç vardır. Bu boyutta gücü sağlayacak olan da, yine heybetli bir çeşit patlama olmalıdır. Dolayısıyla her şeyin bir patlama ile bir tekillikten başladığını düşünebiliriz.

Ne demek tekillik?

Madem Evren genişliyor, zamanda geriye gidildiğinde daha küçük, hep daha küçük bir Evren ve nihayet "Bir Nokta" olması gerekir. Bu hiçte zavallı olmayan bu nokta tekillik olacaktır. Yani; bugün var olduğunu bildiğimiz gökadalar, yıldızlar, gezegenler, gazlar, tozlar ve her şey tek bir noktanın patlamasından ve saçılan atomlardan oluşmuştur. Sonrasında rahip Le Maitre sanırım din adamlığının söylemleriyle beraber ki benim şahsen katılmadığım bir sonucu sundu ve “Evrenin bir sonu olacaktır” dedi. Bu "Son"’a "Büyük Çöküntü", “Big Crunch” dediler sonrasında.


Peki, nedir bu muhteşem patlama?


Her şeyden önce “Big Bang” bir teoridir. Bu teori Evrenin oluşumu ile ilgili olan diğer teoriler arasında, en akla ve bilime uygun geleni ve dolayısıyla en bilindik olanıdır. En yalın ifadeyle; bir tekillik ve bu tekilliğin 13,8 milyar yıl önce patlamasıyla başladı her şey. O an “Zaman” da başladı ve o günden buyana Evren şişiyor ve genişliyor. Ay’dan öteye henüz gidemediğimiz ve zaman yolculukları da yapamadığımız için, tüm teorimizin temelinde matematik modellemeleri bulunmaktadır. Ancak diğer taraftan çok önemli bir veriye de sahibiz; Gökbilimciler genişlemenin uzaydaki ekosunu duyabiliyorlar.


Bu konuyla ilgilenen bilim dünyası, patlama ile birlikte ortam sıcaklığı için yaklaşık olarak beş buçuk milyar santigrat derece diyor. Ortada süper yoğun bir kozmik çorba bulunuyor. Pek çok temel parçacık orada yerini almış. Bu arada bir kitap önereceğim bu konu ile ilgili olarak. Kitabın adı “İlk üç dakika”. Yazarı fizikçi ve Nobel ödülü sahibi Steven Weinberg. Bence kitabı bulmaya çalışın ve kütüphanenizde yer alması gereken bir kitaptır diyebilirim rahatlıkla.


Patlamayla birlikte elbette soğuma da saniyeler içinde başlıyor, soğumayla beraber tüm temel parçacıklar ya bozulmaya, ya da birleşmeye başlıyorlar. Protonlar, nötronlar ve elektronlardan oluşan yoğun bir bulutu görülmeye başladı. Işık parçacıkları yani fotonlar, her yöne yayıldılar. Ancak çok yoğun bir kozmik çorba içinde oldukları için görülemiyorlardı, yani ışık yoktu. Patlamanın ilk üç dakikasıyla birlikte protonlar ve nötronlar birleşerek hidrojen ve helyum atomlarını oluşturdular. Kozmik çorba yerini sisli bir madde bulutuna bırakıyordu. İşte bu bulut öyle yoğun bir oluşumdu ki, ışık hala görülemiyordu ve karanlıktı. Sonrasında gökadalarına hayat verecek olan dev gaz kümeleri oluşmaya başladılar. Binlerce yıl, yaklaşık üçyüz bin yıl sonra Evrenin sıcaklığı düştü ve ışık yayılma olanağı buldu. Evren aydınlandı. Gökadalar oluşuyordu. Milyarlarca yıl sonra Samanyolu gökadası, yıldızımız Güneş, evimiz Dünya, diğer gezegenler ve insanlık ortaya çıktı.


Bugün İnsanlığın uyduları şu koca ve belkide tek olmayan Evren’de yolculuklar yapıyorlar ve parsek parsek gezecekler. Hergün çok farklı şeyleri keşfediliyor ve henüz yaşadığımız gezegenden ayrılmadan yapılıyor bunların hepsi.


Gözlemleyebildiğimiz Evren yaklaşık kırk altı ışık yılı boyunda. Daha doğrusu “Kozmik Ufuk” yani gözlemleyebildiğimiz sınır burada. Daha ötesinden bize ulaşan ışık yok, ilerisi karanlık ve orada neler olabileceğini hayal bile edemiyoruz. Koca bir bilinmezlik, aslında biraz ürkütücü bile diyebilirim. Kısacası oralara gitmemiz gerekli anlayabilmek için. Ama önce bir düşünmek ve yol almamız gerekli mesafeyi bir anlamamız gerekli. Işık yılı diyoruz.




Nedir ışık yılı?


Işık yılı bir boyut ölçüsü olup, ışığın bir yılda aldığı yolu ifade eder ve bu da yaklaşık olarak dokuz buçuk trilyon kilometreyi ifade eder. Devasa ve aslında kanımca çok kullanışlı olmayan bir kozmik birim. Evrenin büyüklüğü hakkında bilgi verebilmek adına önemli olduğunun altını çizmek isterim. Diğer taraftan bilim kurgu filmlerinde de sıkça kullanılan bir mesafe ölçüsü vardır, “Parsek”.


Nedir parsek?


Yunanca “Değişim” anlamına gelen “Paralaks” kelimesinden geliyor ve yaklaşık otuz trilyon kilometreyi ifade ediyor. Yine çok büyük ama daha anlaşılabilir bir ölçü. Yani bir parsek yaklaşık olarak üç ışık yılı mesafesinden biraz büyük olan ki, yaklaşık 3,26, açısal bir uzay mesafe ölçüsüdür.


Bugün itibarıyla 1977 yılında fırlatılan ve kozmosu keşfetmek için yol alan Voyager 1 uzay aracı, insanoğlunun imal ettiği ve ana vatanına en uzak cisim. Ancak bunca yıldır aldığı yaklaşık yol sadece 0,0006 parsek.




Samanyolu gökadasının merkezi Dünya’ya 8.000 parsek, Andromeda 800 ila 1.000 kilo parsek mesafede bulunmaktadır. Elbette daha büyük mesafelerde var; mega, giga parsek gibi. Bir sitede bu konu ile ilgili bir yazıyı okurken, yazarın verdiği bilgi tekrar ve tekrar beni heyecanlandırdı. Bizden binlerce gökada ötede bulunan Virgo kümesi bizden on altı mega parsek uzaklıktadır. Bir uzay aracı yapalım ve bu araç ışık hızında ilerleyebilsin. Eğer bir akşam yemeği için Virgo kümesine gitmek istersek yol elli dört milyon yıl sürecektir. Demek ki ışık hızıyla yol alıyor olmak ta yeterli değil.


Size ufak bir mühendis akıl yürütmesi yaparak bu yazıyı sonlandırmak ve eğer becerebilirsem, sizleri düşünmeye davet etmek istiyorum. Bizim gökadamız Samanyolu'nda milyarlarca yıldız var ve daha fazla milyarlarca gezegen var.


Tanımlanabilen Evren’de milyarlarca gökada var ve dolayısıyla milyarlar kere milyarlar gezegen var. Düşüne biliyor musunuz olabilecek medeniyet sayısını. Bir zaman bir yerlerde Carl Sagan’ın Sadece Samanyolu gökadasında yaklaşık üç yüz milyon akıllı medeniyet olabileceği üzerine bir sözünü okumuştum. Hesap basit; üç yüz milyon kere milyarlarca. Tüyleri diken diken edebilen bir sonuca ulaşıyoruz.

Sizi bu heybetli büyüklükle ve aslında biz henüz bilmiyor olsak dahi, yine muhteşem kalabalıkla baş başa bırakıyorum.

2 Ağustos 2018

Kozmik Takvim

Ä°lgili resim

Bugün için bilebildiğimiz kadarıyla sadece ve sadece bir tane “Evren” var ve biz de onun içinde bulunuyoruz. Yine bilebildiğimiz kadarıyla bu yegâne büyük orman içerisinde iki yüz elli milyar galaksi veya daha öz Türkçe ile “Gökada” var. Bizim gökadamız Samanyolu için bizim şehrimiz diyelim, mahallemiz “Güneş Sistemi” ise gökadamızın dış sarmal kollarından bir tanesi üzerinde yer alıyor.

Ancak “Tek evren” bilgisi biraz şüpheli ve bilim insanları artık bugün paralel evrenler kuramından ve çeşitli farklı evrenlerin varlığından neredeyse eminler. Az kaldı kanıtlanacak bu kuram. Hatta bir adım daha ileriye gidip, dik duran yapraklar şeklinde bir konumlama ile yapılan bir kuram açıklaması dahi gördüm. Bir diğeri ise; patlayan mısır taneleri misali oluşan ve birbirlerine göreceli ince kanallarla bağlı bir kurgudur. Her gün hızla gelişen bilim ve teknoloji muazzam büyüklüğü ve çeşitliliği gözler önüne seriyor.



Biz geri gelelim tanımlayabildiğimiz, en azından bugün için yegâne olan Evren’imize. Onun bünyesinde bulunan milyarlarca Gökada’dan bir tanesinin milyarlarca yıldızından birinin etrafında dolanan pek çok gök cisminin ki, uzaktan soluk mavi ışığını yansıtan bir gezegeninin, göreceli en akıllı ırkı olan saygıdeğer “İnsan” soyuyuz. Niye mi sitemkâr davranıyorum? Zamanla anlayacaksınız gerekçemi.

İnsanoğlu ne kadar benmerkezci şaşıyorum zaman zaman. Yanlış anlaşılmasın, bu yazı psikolojik veya sosyolojik bir paylaşım olmayacak. Bazı bazı benzer düşünce ve görüşlerimi yazarım ancak, çok ilgi duyduğum veya derinliğimin olduğu konular değil bunlar. Sanırım mühendis olmamın sebep ve sonuçları ile yakından ilişkili bir durum bu. Ben bu platformda evren, tarih, bilim gibi konulardan bahsedeceğim daha ziyade.


Kendimizi çağlar boyunca her şeyin merkezine koymuşuz ve kendimize hep başrol biçmişiz. Güneşimizin, gezegenlerin çevremizde döndüğünü söyleyecek kadar ileri gitmişiz ve daha genel bir anlatımla her şeyin etrafımızda geliştiğini düşünmüşüz. Ben yaratılış itibarıyla özenilmiş olduğumuza inanırken, tahmin ettiğimiz kadar özel ve tek olduğumuza inanmıyorum. Yukarıda bahsettiğim benmerkezciliğin yan sanayi fikirlerinin, ırkımıza çok ama çok ağır zararlar verdiğini bile düşünüyorum. Bu arada ilerideki paylaşımların birinde, yaradılış ile ilgili görüşlerimi de paylaşmak isterim.


Yazımın konusu “Kozmik Takvim”. Yani örnek takvim yılımız; “Büyük Patlama” ve “Zamanın Başlangıcı” olan 1 Ocak 00;00 ile başlıyor ve bugün yani bu yazının yayınlandığında yani 31 Aralık gece yarısı ile sonlanıyor.



Yukarıda belirttiğim dönem yaklaşık olarak 13,8 milyar yıllık bir tarihi kapsamaktadır. Bunca tarihi 1 yıllık döneme sığdırmak, anlaşılabilir olmayı sağlamaktadır aslında ve yukarıda belirtmiş olduğum benmerkezciliğin aslında ne kadar anlamsız olduğunu da bize tekrar tekrar kanıtlamaktadır.


Bu yeni takvim ölçeğimize göre; 1 saniye 438 gerçek yıla, 1 saat 1,58 milyon yıla, 1 gün ise 37,8 milyon yıla denk gelmektedir. Şimdi ayaklarınızı yere sağlam basın; Kozmik takvime göre yılın bitimine yaklaşık üç gün kala, yani 29 Aralık'ta ilk dinozorların evrimleşmesi tamamlanmış ve 30 Aralık'ta ise yok olmuşlardır. Yılın son günü olan 31 Aralık ise “Memeliler” ve dolayısıyla ön atalarımız “Primatlar” sahne almıştır. Patronu ve tek sahibi olduğumuzu düşündüğümüz yer kürenin, tüm kaynaklarını hoyratça tüketen bizlerin geçmişinin, gerçek ölçekte göreceli olarak aslında ne kadar kısa olduğunu rahatça ve dehşetle anlıyoruz. Bu arada kullandığım yazı dilini ağdalı bulmuyorsunuz umarım, bazı konuları özellikle ve önemle vurgulamak istiyorum da ondan böyle bir dil kullanıyorum.


Zaman ile ilgili sınırların ne denli geniş olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. İnsanlık yazılı tarihin Milat öncesi 3500 yıllarında yazının icat oluşuyla başladığından hareketle, aslında insanın belgelenebilir ayak izlerinin ne kadar da yeni olduğu daha da iyi vurgulanabilmektedir. Bir konunu altını özellikle çizmek isterim. Kozmik takvime göre yukarıda bahsettiğim yazının icadı, 31 Aralık günü saat 23:59:50’ de Mezopotamya’da gerçekleşmiştir. İnanılması zor geliyor insana, son on saliseye neler sığmış.



Zaman’ın heybeti böyle, biraz da tanımlayabildiğimizi düşündüğümüz Evren’in de heybetli boyutlarını gözden geçirelim. Tanımlayabildiğimiz Evren tabirini boşuna kullanmıyorum. Çünkü her ne kadar hızlanarak gelişiyor olsa dahi, elimizdeki teknoloji ile Evrenin ancak bir bölümünü takip edebiliyoruz. Bu bağlamda genişlemekte olan Evren’e ait boyutlar ile ilgili verilerin de sürekli değişebileceğini, gelişen teknoloji ile gerçek boyutların öngörümüzün çok daha ötesinde olacağının anlaşılacağını tahmin ediyorum. Ufak bir örnek vermek gerekirse; artık uzay teleskopları bizim yerimize evrendeki yıldızları sayıyorlar ve Samanyolu içerisinde tahmini yıldız sayısını iki yüz milyar adetten, bir trilyon adede çıkarttılar. Bu gibi konuları, işin ustalarına bırakalım ve onlardan öğrenebildiğimiz ve elimizdeki bilgilerle ilerleyelim.

Evrenimiz 13,8 milyar yaşında olduğundan ve ışığın saniyede 300.000 kilometre yol aldığından hareketle, ilk gökcisimlerinin bizlerden 13,8 milyar ışık yılı uzakta olması gerektiğini düşünebiliriz. Ancak gözlemleyebildiğimiz evrenin yarıçapı ise yaklaşık 46 milyar ışık yılıdır. Yaklaşık 4,35E+23 kilometre, yani çok çok fazla. İstanbul Ankara arası karayoluyla yaklaşık 450 kilometre veya Dünyanın çevresinin ise yaklaşık 40 bin kilometre olduğunu hatırlatırım. Görülmekte olduğu haliyle, yukarıdaki devasa boyutlarda bir tutarsızlık vardır.


Bir konuya daha dikkat çekmek isterim. Yıllardır çeşitli uyduları uzayın farklı yönlerine doğru yola çıkarıyor insanoğlu. Ancak insanlı olarak ilk yolculuğumuzu uydumuz ve aslında bizden kopmuş bir parçamız olan Ay’a yapabildik sadece ki, bu konu yani “Ay’ın Oluşumu” konusunu ayrıca işlemeliyiz, anca burnumuzun dibine. Diğer yandan da biliyoruz ki, bildiğimiz motor teknolojisi ve kullandığımız yakıtlarla daha öteye de gitmek olası değil. Güneşi taklit etmeliyiz.



Pekâlâ, yukarıdaki devasa boyutlardaki tutarsızlığın, yani iki büyüklük arasındaki farkın sebebi nedir? Evren’in genişlemesi. Yıldız ve gökadalar birbirlerinden hızla uzaklaşıyorlar. Hatırlatırım bunun da farkına ki, babasına avukat olacağının sözünü verdiği halde, gök bilimci olan Hubble sayesinde 1920 yıllarında vardık. Aslında her şey ne kadar da yeni oldu.

Yaşı ile büyüklüğü arasındaki farkın temel sebebi, yukarıda da ifade ettiğim gibi, Evren’in artan bir hızla genişlemesidir. Bu bağlamda yıldız ve gökadalar bir birlerinden uzaklaşmaktadırlar. Ancak belirtmek isterim ki, bu durum trafik kazalarına ve hatta galaksilerin çarpışmasına da sebep olmaktadır. Bunlardan bir tanesini çok uzun bir zaman sonra biz de yaşayacağız. Gökadamız Samanyolu ile komşumuz Andromeda çarpışacaklar bir gün. Neler olacak göreceğiz.



Evrenimiz hızla genişlemekte olmasının bir sonucu daha var. Merkezde olmadığımız ve Evrenin şeklini tam olarak bilmememiz sebebiyle, gökcisimlerinin gerçek sayısını da tam tahmin edemiyoruz. Her geçen gün tahminimizin çok ama çok ötesinde bir büyüklüğün içerisinde yer aldığımızı keşfediyoruz.

Kozmik takvime geri gelelim. Büyük patlama 1 ocak günü oldu ve ortaya devasa bir kozmik çorba çıktı. Patlamanın şekli ve ilk üç dakikasını ayrıca konuşuruz. Bir büyük tencere kozmik çorbanın durulması, yani atom ve diğer tüm parçacıkların çarpışma, birleşme ve dönüşmeleri sonrasında, gök cisimleri oluşmaya ve bir düzene girmeye başladılar.


Takvim yaprakları 11 mayıs olduğunda, gökadamız Samanyolu oluşmaya başladı ve yılın ilk çeyreğini tamamlamış olduk ki, gerçekte birkaç milyar yıl geçti başlangıçtan buyana. Evren sakinleşmekte, düzeni ve beraberinde yıldız sistemleride oluşmaktadır. Bir diğer yanda ise, bulutsular oluşmakta ve yıldız fabrikaları harıl harıl çalışarak yeni yıldızlar üretmektedirler.


Artık mahallemiz yani “Güneş Sistemi” yavaş yavaş doğmaktadır. Bu işler olup biterken beş ay daha geçmiş ve 1 eylül günü gelip çatmıştır. Yaratılıştaki sabrı görebiliyorsunuz umarım. Kozmik yılın son çeyreğine başladık artık.




Sıra yuvamıza geldi. Artık yer küre soğuyor ve 16 eylül itibarıyla en eski kayalarımız oluşmaya başlıyorlar. 19 Eylül’de kor halindeki dünyamız artık şekillenmeye başladı ve yaşam ve evrimleşme kendi ritmiyle yavaş yavaş ve sabırla sahne alıyor. İki gün sonra yani 21 eylül’de Dünya yaşamının öncü tohumları prokaryotlar yerlerini aldılar. Burada bir durmamız gerekiyor. İleride muhakkak üzerinden geçeceğim bir konunun altını önemle çizmem gerekiyor; “Dünya üzerinde yaşam nasıl başladı?”




Takvimize geri gelelim. Artık yaşam başlıyor. Bakteriler ve mavi-yeşil algler 9 ekim’de, fotosentez yapan en eski bitki fosili 12 ekim’de sahne aldı. Ancak bu arada bir konuyu hatırlatmak istiyorum. Henüz atmosfer oksijen üretmiyor ve yaşam bizim basitçe anladığımız şekilde değil.


29 Ekim çok anlamlı bir tarih. Dünya atmosferi oksijen üretmeye başlıyor, bir diğer deyişle Dünya artık nefes almaya başlıyor. Artık tarihin anlamı ile ilgili yorumu size bırakıyorum. Ökaryot hücrelerin oluşumu çok hücreli yaşam 8 kasım’da başlıyorken, böceklerin ataları 14 aralık’ta evrimleşiyorlar. Kambriyen patlama 15 aralık’ta oluyor. Kara bitkileri 20 aralık’ta, böcekler ve tohumlar 21 aralık’ta Dünya’da yerlerini alıyorlar.


Artık yaşam karaya çıkıyor; amfibiler 22 aralık’ta, sürüngenler 23 aralık’ta ilk adımlarını yeryüzünde atmaya başlıyorlar. Artık 26 aralık itibarıyla memeliler sahne alıyor. Memelileri kuşların doğuşu 27 aralık’ta ve çiçeklerin ortaya çıkışı 28 aralık’ta oluyor.


Veeeee… Patron geliyor…


Ön atalarımız primatların ortaya çıkışı 30 aralık’ta, maymunların ortaya çıkışı 31 aralık 06:05:15’te sahne aldı. Saat sabah 10:15 sularında kuyruksuz maymunlardan gibonlar, yani insana kadar ulaşacak soy hattındaki ilk kuzenlerimiz ayrılmaya başlamıştır. İlk insanımsılar 31 aralık 14:24:23’te, Saat 20:10’a ulaştığımızda, insanlara gidecek soy hattı ile şempanzelere gidecek soy hattı ayrılmaya başlar. Yani gerçek zaman diliminde 6 milyon yıl kadar öncesindeyiz... Takvimde ise sayfalar tükenmektedir.




İlkel insan ve taştan araç gereçler 31 aralık 22:24:25’te yapılır. Saat 22.48’i gösterdiğinde ilk "Homo erectus" evrimleşmeye başlar. Ateşin etkin kullanımı 31 aralık 23:44:04’te, anatomik modern insanın ortaya çıkışı 31 aralık 23:52:02’de dir. 23:54. Yani zamanın son 6 dakikasında bizler, yani "Homo sapiens" evrimleşmeye başlar. Luci. 23:58 Türümüz Afrika'dan çıkarak Dünya'ya yayılmaya başlar. 23:59’a geldiğimizde, son 1 dakikaya girmiş oluruz ve artık yaşamış en yakın kuzenlerimiz Neandertaller yok olmuştur. Son 60 saniye içerisinde, geriye 47 saniye kaldığında son buz devrinin doruğuna ulaşırız. 24 saniye kala ilk tarım yapılmaya başlar. 16 saniye kaldığında Mezopotamya'daki yerleşim alanları kurulur. 6 saniye kadar kaldığında Eski Ahit yazılır. 4 Saniye civarı kaldığında Hazreti İsa doğar. 3 saniye kala ise Hazreti Muhammed İslam dininin elçisi olur. Son 1 saniyede Christopher Colombus Amerika'ya ayak basar. Yine yaklaşık son 1 saniyedir bilimimiz var. Son 34 milisaniyedir nereden geldiğimizi, evrimi biliyoruz. Son 13 milisaniyedir uzay yolculukları yapıyoruz. Son 2 milisaniyedir genom haritamıza sahibiz.




Yukarıda gördüğünüz inanılmaz takvimin bir yılının,  yani yaklaşık 32 Milyar milisaniyesinin son 10-15 milisaniyesinde, bize bahşedilen zekayı kullanarak yer küremizi yaşanmaz bir yer haline getirmek için canla başla uğraşıyoruz. Zeki bir ırkız ama, acaba akıllı mıyız?


İşte tüm bu konular ve daha fazlası beni ilgilendiriyor. Anlayacağınız daha çok avlanacak kelime ve daha çok toplanacak bilgi var.

1 Ağustos 2018

Yolcu Yolunda Gerek


Satırların arasında, a
ğızdan dökülen sözlerde, her yerde kelimeler var.
Resimlerde, fresklerde, yapılarda, kalıntılarda, simgeler var.
Avcıyım; kelime ve simgeleri bulurum.
İz sürerim; açılacak kapılar gelir karşıma.
Merak ederim; başlangıçtan bu yana her şeyi.
Toplarım; Onlarla, binlerle, sayfalarla ve bilgilere ulaşırım.
Kime ve nasıl faydam olur bilemem, dileyen dilediği gibi kullanır.
Başlangıç olarak hangi konuyu seçmeliyim?
Tarzımın nasıl olması gerektiğine karar veremiyorum.
Böyle bir şey ilk deneyimim.
Kendimi akışa bırakmayı becerebildiğim zaman, ilk konu hemen çıktı karşıma.
Şekil kendiliğinden döküldü kâğıda, yazılı düşünürüm.
Becerebildiğimce,
Neysem oyum…