Bir süre önce televizyonda
dinozorlar ilgili bir belgesel seyrediyordum. Dinozorların ortadan kalkmaması
durumunda insanlık ne olabilir gibi bir soru sordular. Konu aklımda kaldı ve
not ettim. Kısa bir araştırma yapınca karşıma John Pickrell tarafından yazılmış
bir yazı çıktı, ben de bu yazıyı anlamak ve yorumlamak istedim aşağıda, diyorum
ya; ben yazılı düşünenlerdenim.
Kozmik takvimde 30 Aralık
yaprağı henüz düşmeden, yani altmışaltı milyon yıl önceydi tarih. Öyle böyle
değil, hayal edilmesi bile zor bir afet mavi gezegenimizin başına geldi. Her
gün yerküremize irili ufaklı pek çok göktaşı çarpar. Ancak bu defa çarpan biraz
tosuncuk türevinden ve genişliği yaklaşık on beş kilometredir. Geleneksel ve
futbol esinlenmeli bir karşılaştırma yapalım; yaklaşık çapı yüz kırk üç futbol
sahası boyunda bir göktaşı geldi ve Hiroşima da kullanılan atom bombasının
yaklaşık on milyar katına eşdeğer bir kuvvetle, tahminen şimdiki Meksika
körfezine çarptı.
Burada konuya bir parantez
açmak istiyorum ve daha sonra kaldığım yere geri döneceğim.
Japonya Hiroşima kentinde
patlatılan atom bombasını biraz hatırlayalım. 6 Ağustos 1945 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri Japonya’nın
Hiroşima kentine atom bombası saldırısı düzenlemişti.
Saldırıda kullanılan bombaya “Little Boy” ismi verilmişti, uranyum 235 tipi atom bombasıydı ve bu saldırıyla ilk olarak yüz kırk bin kişi hayatını kaybetmişti. Yayılan radyasyon sebebiyle; insanlar hastalanmış, yaşamlarını yitirmiş, gelecek kuşaklar da genetik bozukluklar görülmüştü.
Bu çerçevede bakıldığı zaman, Hiroşima’da ölenlerin sayısı dört yüz bine ulaşmıştır bugün. Bu dehşet olay yeni bir kelimenin de Japon diline girmesine de sebep olmuş. Saldırıdan kurtulan insanlara, patlamadan etkilenmiş insanlar demek olan “Hibakusha” denilmeye başlanmış o zamandan buyana.
Saldırıda kullanılan bombaya “Little Boy” ismi verilmişti, uranyum 235 tipi atom bombasıydı ve bu saldırıyla ilk olarak yüz kırk bin kişi hayatını kaybetmişti. Yayılan radyasyon sebebiyle; insanlar hastalanmış, yaşamlarını yitirmiş, gelecek kuşaklar da genetik bozukluklar görülmüştü.
Bu çerçevede bakıldığı zaman, Hiroşima’da ölenlerin sayısı dört yüz bine ulaşmıştır bugün. Bu dehşet olay yeni bir kelimenin de Japon diline girmesine de sebep olmuş. Saldırıdan kurtulan insanlara, patlamadan etkilenmiş insanlar demek olan “Hibakusha” denilmeye başlanmış o zamandan buyana.
Bu
çerçevedeki duygularımı sanırım biraz anladınız. Daha net olabilmek adına; çok
ama çok sevdiğim ve kitaplarının bazılarını tekrar okuduğum, İsac Asimov’a ait
bir hikâyeyi, internet üzerinde bulduğum şekliyle sizinle aynen paylaşmak
istiyorum.
…
Naron uzun ömürlü olan
Rigel ırkındandı ve ailesinin galaksi kayıtlarını tutan dördüncü
üyesiydi. Naron’un tüm galaksilerdeki zekâları gelişmiş ırkları
kaydettiği büyük bir defteri vardı. Daha küçük bir defterdeyse olgunlaşarak
Galaksi Federasyonu’na girmeye hak kazanan ırklar listelenmişti. Birinci
defterde bazı isimlerin, şu ya da bu nedenle başarısız olan ırkların
üzerleri çizilmişti. Şanssızlık, biyofizik veya biyokimyasal kusurlar,
toplumsal uyumsuzluk eninde sonunda etkisini gösteriyordu. Ama adları
küçük deftere geçirilen hiçbir üye o zamana kadar silinmemişti. Ve şimdi,
artık iri yarı ve inanılmaz yaşlı olan Naron bir habercinin yaklaştığını
duyduğunda başını kaldırdı.
Haberci “Naron,” dedi. “Ulu
olan!”
“Ee, ne var? Şu merasimi
bir kenara bırak.”
“Bir grup organizma daha
olgunluğa erişti.”
“Harika! Harika. Artık daha
çabuk olgunlaşıyorlar. Bir yıl geçmiyor ki yeni birileri olmasın. Peki, kim
bunlar?”
Haberci galaksinin kod
numarasını ve onun içindeki dünyanın koordinatlarını söyledi.
“Ah, evet,” dedi
Naron. “O dünyayı biliyorum.” Ve muntazam bir yazıyla adını ilk
deftere yazdı. Sonra ikincisine de kaydetti, adet olduğu üzere nüfusunun
çoğunluğunun aşina olduğu adı kullanarak. “Yerküre” yazdı.
“Bu yeni yaratıklar bir
rekor kırdılar,” dedi. “Başka hiçbir tür zekâdan olgunluğa bu kadar çabuk
geçmemişti. Bir hata olmamıştır umarım.”
“Hata yok efendim.” dedi
haberci.
“Termo-nükleer enerjiyi
buldular, öyle mi?”
“Evet efendim.”
“Eh, ölçütümüz de
bu.” Naron güldü. “Ve yakında gemilerle uzayı tarayacak, federasyonla
bağlantı kuracaklar.”
“Aslına bakarsanız, ulu
efendim,” diye mırıldandı haberci gönülsüzce, “Gözlemcilerimiz
onların henüz uzaya çıkmadıklarını söylüyorlar.”
Naron şaşkınlık
içindeydi. “Hiç mi? Bir uzay istasyonları da mı yok?”
“Henüz yok efendim.”
“Ama maden termo-nükleer
güçleri var, deneyleri ve patlamaları nerde yapıyorlar?”
“Kendi gezegenlerinde,
efendim.”
Altı metre boyunda olan
Naron ayağa kalkarak, “Kendi gezegenlerinde mi?” diye gürledi.
“Evet, efendim.”
Yavaşça, Naron kalemini
çıkardı ve küçük deftere yazdığı son adın üzerini çizdi. O zamana kadar
görülmemiş bir şeydi bu, ama Naron çok bilgeydi ve galaksideki hemen herkes
gibi kaçınılmaz sonucu tahmin edebiliyordu.
“Ahmaklar…” diye
homurdandı…
Geri gelelim John
Pickrell tarafından yazılmış yazıyı incelemeye ve dolayısıyla kaldığımız
yere, yani gezegenimize çarpan göktaşına. Patlamanın gücünü daha iyi
anlatabildiğimi düşünüyorum, on milyar Hiroşima atom bombasına eş bir patlama.
Devasa ve radyoaktif bir
ateş topu oluştu önce, ulaşabildiği ve yüzlerce kilometre yarıçapındaki her
şeyi yaktı, kavurdu, kül etti ve kuruttu. Bu müthiş çarpış, yerküreyi yarısına
kadar dolaşan, yüksek hız ve yıkıcılıkta dev dalgalar, yani tsunamiler
oluşturdu ve önlerine çıkar her şeyi silip süpürdüler. Yazara göre atmosfer
bile yanmaya başlamış olabilirmiş. Bu oksijenin yanması demektir. Böyle bir
cehennem gününde ağırlığı yirmi beş kilodan fazla olan hiçbir kara hayvanı
hayatta kalamaz deniliyor. Bilinen, daha doğrusu tahmin edilen uyarınca; tüm
canlı türlerinin yaklaşık yüzde yetmiş beş’i yok oldu, dolayısıyla nesli
kurudu. Bu bağlamda uçamayan dinozorlar da yok oldular. Hayatta kalma şansına
sahip olanlar küçük ve tüylü olan, piyadeler ve bugünün kuşlarının ataları
olan, uçabilenler.
Yıllar önce bir film
seyretmiştim. Metrodan inen adamın karşısında iki koridor var ve bu
koridorların sağda olanından gitmesi veya soldakinden gitmesi halinde yaşamı
tamamen değişiyordu. Film içinde iki film vardı aslında. Neyse konudan
uzaklaşmadan geri gelelim, ne demek istediğimi aşağıda anlayacaksınız.
Bizim tosuncuk göktaşımız
düştüğü bölgeyi ıskalasaydı ne olurdu? Kanımca sapanla kuş vurmaya çalışmak iyi
bir örnek olabilir. Kuş hareketli, fırlatılan taş hareketli ve dolayısıyla her
şey bir iki saniye ile değişebilir. Kosmosun sapanından çıkan göktaşı birkaç
dakika önce veya sonra farklı bir noktaya çarpsaydı. Ne olurdu?
İhtimallerden bir tanesi
ile başlayalım ilk yolculuğumuza; göktaşı Yucatan yarımadası çevresine
çarptığı düşünülüyor. Bu alanda deniz göreceli sığdır. Bu nokta yerine, dakika
farkıyla Pasifik ya da Atlas okyanusunun derin sularının olduğu bölgelerden
birine çarpmış olsaydı nasıl bir sonuç doğacaktı?
Deniz daha derin olacağı için çarpma şiddetinin bir bölümü elbette emilecekti. Ayrıca bölge kayalarında bulunan ve uzun süre boyunca atmosfere yayılan sülfür yayılımı sınırlı kalacaktı. Felaketin hiddeti böylelikle biraz dizginlenecek ve belki yüzde yetmiş beş tür kaybı olmayacak, böylelikle daha iri dinozorlar da hayatta kalabileceklerdi. Ancak felaketten kaçış yok.
Deniz daha derin olacağı için çarpma şiddetinin bir bölümü elbette emilecekti. Ayrıca bölge kayalarında bulunan ve uzun süre boyunca atmosfere yayılan sülfür yayılımı sınırlı kalacaktı. Felaketin hiddeti böylelikle biraz dizginlenecek ve belki yüzde yetmiş beş tür kaybı olmayacak, böylelikle daha iri dinozorlar da hayatta kalabileceklerdi. Ancak felaketten kaçış yok.
Bilim dünyasında farklı
görüşler var. Bu küresel felaket yaşanmasa bile, bu yok oluşun bir şekilde
gerçekleşeceğini söyleyenler var. Örneğin İngiliz paleontolog Mike Benton,
“Soğuk iklim dönemleri sebebiyle, dinozorlarda gözle görülür bir azalma
olacağını söylemektedir ve ayrıca dinozorların son kırk milyon yıldır zaten
azalmakta olduklarını da eklemektedir”. İlk dinozorlar yaklaşık iki yüz elli ve
ilk memelilerin yeryüzü sahnesinde ortaya çıkışlarının zamanımızdan yaklaşık
olarak iki yüz milyon yıl önce olduğunu ve konumuz küresel felaket ve dinozor
neslinin ortadan kalkışının altmışaltı milyon yıl önce gerçekleştiğini
hatırlatmak isterim. Bu dönemde yerkürenin tek hâkimi dinozorlardır. Dikkatinizi
rakamlara çekmek istiyor ve yeryüzü saltanatının sürelerinin milyon yıllarla
ölçüldüğünün altını çiziyorum. Bizim hikâyemiz ise anca son iki yüz bin yıldır
devam ediyor ki, yeni araştırmalar bu var oluşu yüz bin yıl daha geriye çekti.
Uzayın derinliklerindeki
sapandan gelen göktaşı eğer Dünya’ya çarpmamış olsaydı, dinozor soyu geleceği
ile ilgili iki önemli gelişme daha onları etkileyebilecekti.
Öncelikle bitkilerin devam
eden evrimi ve çiçekli bitkilerdeki
artış, ot obur dinozorların daha rahat gelişmesine, ayrıca çiçekli bitkilerin
sindiriminin daha kolay olmasının bu dinozorların vücut boylarının küçülmesine
sebep olacağını öngörmektedir. Bu durumda iki önemli konu öne çıkmaktadır. Daha
bol ot obur dinozor, onlarla beslenebilecek daha fazla et obur dinozor ve
dolayısıyla daha güçlü bir dinozor hükümranlığı demektir. Ayrıca daha ufak
vücut boyutları daha dinamik, daha hareketli ve değişimlere daha kolay adapte
olabilecek topluluklar demek olacaktır.
Yukarıdakine
benzer sonuç doğuracak olan ikinci önemli gelişme ise kıtaların ayrılması, yani
yer kabuğundaki harekettir. Günümüzden otuz dört milyon yıl önce Güney
Amerika ve Antarktika kıtaları birbirlerinden ayrıldılar. Sonrasında buzullarla
kaplanan Antarktika ve soğuyan, kurulaşan yerküre ve çayırların ki,
günümüzden yaklaşık
olarak yirmi üç ila yine yaklaşık olarak beş milyon yıl
öncesi toplam on sekiz milyon yıllık uzun bir dönemden bahis
ediyoruz, daha fazla yer
kapladığı karalar. Bu durum yine yukarıdaki sonucu ortaya çıkarmaktadır. Sonuç
olarak dinozor soyu güçlenecektir.
Aslen
bu konular üzerinde araştırmalar yapan bir bilim adamı değilim. Çok saygın
olduklarına gönülden inandığım bilim adamlarının insanlığa sundukları paha
biçilemez farklı çalışmaları arayıp, buluyor, kendimce burada yorumluyorum. Tüm
bu araştırma ve çalışmaları yaparken, satır aralarında gizli ve bence çok
önemli birtakım bilgiler beni heyecanlandırıyor, sonrasında kendi amatör
teorilerimi dahi geliştiriyorum.
Deniliyor
ki; memelilerin evrimleri sırasında uzun dönem bekledikleri bir takım
özellikleri, zaten uzun süredir evrim sürecinde oldukları için dinozorlar
geliştirmişlerdi bile. Örneğin dinozorlar yayılan çayırlıklara
kolaylıkla uyum sağlayabilir ve oraların hâkimi olabilirlerdi. Aynı zamanda
keskin görüş yetenekleri daha da gelişmiş olduğundan, tehlikeleri
daha erkenden tespit edebilirlerdi.
Yukarıdaki
paragraf aslında bize şunu da anlatıyor; göktaşı sadece dinozor neslini ortadan
kaldırmadı, bunun yanında canlıların evriminin devamına da engel oldu, daha
doğrusu birtakım kayıplara, geri dönüşlere ve yeni fırsatlara da sebep oldu.
Bu
bağlamda memeli canlıları tekrar düşünmek gerekir. Göktaşı yerküreye isabet
ettiğinde yaklaşık olarak yüz kırk milyon yıldır vardılar. Ancak dinozorların
hakim güç oldukları bir ortamda yaşıyorlardı ve göreceli olarak küçük ve
kuytuların canlılarıydılar. Yüzde yetmiş beşlik bir canlı türü kıyımı,
memelilerin Yerküre üzerinde kolaylıkla gelişme ve yayılmalarına olanak
sağladı.
Can
alıcı son soruları sormanın zamanı geldi sanırım;
Eğer
o göktaşı yerküreye çarpmasaydı, dinozorlar günümüze kadar soylarını devam ettirebilirler
miydi?
Bilim
insanları evet diyorlar bu soruya verdikleri cevaplarda. Ancak cevabın
devamında da bir de ek olacaktır. Kesine yakın muhtemeldir ki, dinozorların
bazı heybetli türleri yok olacak veya evrimleşeceklerdir. Ancak zekasıyla
insan, dinozora hükmedecektir. Hiçbir evrim olamayacaktır ki, dinozor insandan
daha zeki olsun.
Dinozorlar ortadan kalkmasaydı, insan soyu oluşur muydu?
Dinozorlar ortadan kalkmasaydı, insan soyu oluşur muydu?
Cevabı
konusunda tam bir görüş birliği olmadığını düşündüğüm ikinci sorunun
cevabı ile ilgili hâkim fikir “ Evet gelişirdi” yönündedir. Benim de görüşüm bu
yöndedir. Büyük felaket öncesi memeli canlı soyları evrimleşmeye devam
etmekteydiler. Kretase döneminde, insansıların da içinden türediği ilk “Primatlar” veya iri
beyinli yüksek memelilerin ki, çok ön atalarımız, evrimleri başlamıştır.
Sonunda dinozorların yok olduğu bu dönemde, milyonlarca yıl beraber
yaşamışlardır ve hayatta kalmışlardır.
Bu
anlatılanlar olmuş olaylardır ve sonuçların hiçbiri tesadüf değildir.
Milyonlarca yıl önce yerküre üzerindeki canlıların yüzde yetmiş beşi ortadan
kalktığı halde, ön atalarımızın geriye kalan kazazedeler arasında olmasına
şaşırılmaması gerekir.
Asıl cevap
şudur;
Irkların
temel dayanıklıkları, değişken şartlara uyum kabiliyetleri ve uç derecelerdeki
felaketlere bile karşı hazırlıklı olabilecek yaratılışlarıdır.
Zekâsının kapasite ve kıvraklığı, bedeninin yerküreye müthiş uyumu ve ön
atalarından gelen güçlü kalıtsal mirası, doğal olarak insanoğlunu bu mavi
gezegenin tek hakimi kılmıştır.