26 Nisan 2021

Quo Vadis - Evrendeki Uzak Menzil


    Yanıyor... O güzelim şehir günlerdir cayır cayır yanıyor...

    Alevler şehrin neredeyse üçte birini yutup, kül ettti bile. Bu kentte yangınlar hiç eksik olmaz zaten, hele hele evlerin genellikle ahşap veya kerpiçten olduğu fakir bölgelerde hiç eksilmez. Ama bu defa farklı, bu defa çok daha büyük ve günlerdir neredeyse altı gündür nefes aldırmaksızın devam ediyor yangın. Alevlerden ve dumandan artık gece gündüz birbirine girmiş, halk arasında tam bir panik yaşanıyor. Oradan çıkmanın ve ayrılmanın zamanı, zira artık onun için bile dayanılacak gibi değil durum.

    Havari Petrus’ta Roma'dan ayrılanlar arasındaydı. Aslında hem yangından ve hem de acımasız imparatorun zulmünden kaçıyordu. Onun din kardeşlerine karşı Neron delicesine zalimdi, hem de çok fazla.

    O şimdi canını kurtarıyordu belki, ama içinde bir kaygı da vardı ruhunun derinlerinde. Sanki görevini yarım bırakmış gibi hissediyordu kendisini bir diğer taraftan. Ya O görünürse tekrar, ne diyecekti kendisine? Nasıl cevap verebilirdi? Aydınlanmayı bekleyen kardeşlerimi bıraktım ve onları terk ediyorum mu diyecekti.

    Korktuğu başına geldi bile çok geçmeden. Şehre doğru ilerleyen bir ışık demeti içinde gördü O’nu, kendisinin ortada bıraktığı kardeşlerini kurtarmaya gidiyordu muhakkak. Nereye gittiğini öğrenmek istiyordu. Yere diz çöktü pişmanlıkla ve yalvarırcasına seslendi; “Ey yüce efendim, quo vadis?”

    Ben de aynı soruyu sordum Defne'ye;”Güzel kızım nereye gidiyorsun?”. Lyon Bellecour’da dev bir dönme dolap kurmuşlar oraya gidiyormuş, evden çıkıp atladık arabaya beraber gittik. Dönme dolabın yüksekliği yaklaşık altmış metre ve benim için çok fazla yüksek. Ama hızı daha makul düzeyde ve saatte neredeyse dört kilometre. Bu hızla yarı çapı hemen hemen otuz metre gibi kabul edilecek bir daire boyunca, az bir zamanda tamamlıyor turunu.

    İkimiz dönme dolaptayken, bizimle beraber dünyamız ise saatte 1670 kilometre hızla kendi çevresinde ve yine saatte 108 bin kilometre hızla ise yıldızının etrafındaki yörüngesinde dönüyor.

    Peki ya Güneş? O çapı yaklaşık olarak 100 bin ışık yılı olan Samanyolu gök adası içinde, merkeze 25 bin ışık yılı yarı çaplı yörüngesi üzerinde, yine saatte yaklaşık 720 bin kilometre hızla dönüyor ve her bir turunu yaklaşık olarak 240 milyon yılda tamamlıyor.

    Yukarıdaki rakamlar arasında; bir ışık yılının aslında bir mesafe ölçüsü ve 1 trilyon kilometrenin çok az üzerinde olduğunu, ilk örneklerinin zamanımızdan 300 bin yıl önce olmakla birlikte, "Homo Sapiens" bir diğer deyişle "Bilen İnsan" nın bilgili davranışlarının neredeyse 100 bin yıl önceye tarihlendiğini ve ortalama insan ömrünün ise bugün kabaca 80 yıl olduğunu tekrar hatırlatmak isterim. 

    Pekala ya sen Samanyolu gök adası, saate 2,26 milyon kilometre hızla nereye gidiyorsun? Quo vadis?

    Samanyolu gök adasının durumu tam olarak Aşık Veysel'in de dediği gibi;

    "Şaşar Veysel işbu hale, gah ağlaya gahi güle, yetişmek için bir menzile, gidiyorum gündüz gece"

    Samanyolu yakınlarındaki diğer komşu gök adalar ile birlik olmuş 100 milyon ışık yılı uzağındaki Virgo üst grubuna, Virgo ise tüm bu yüküyle birlikte 250 milyon ışık yılı uzaklıktaki büyüklerin büyüğü 100 bin gök adadan oluşan farklı bir çekim merkezine ve hep birlikte 652 milyon ışık yılı uzaktaki daha da esrarengiz yerlere, menziline doğru "Yolcu yolunda gerek" misali ilerliyorlar. Söylemesi dile kolay, ama akıl ermez bu derinliğe. 

    Dün Alaska ile ilgili bir belgesel izledim. O bölgedeki gizli bir askeri nokta tanıtılıyordu ve oradan kıtalar arası nükleer balistik füzeleri kolaylıkla avlayabilecek bir atış gücüne sahip olduklarını gururla anlatıyordu birlik komutanı.

    Tüm yukarıda yazdıklarımı, birlik komutanının sözleriyle tekrar düşündüm. Gülümsedim kendi kendime ve dedim ki; "Tüm bu bilimi ve bunca bilgiyi yaratan ademoğlu nasıl bir akıllı canlıdır ki, aynı akılla kendi kendisini de yok etmenin sınırlarında gururla dans eder umursamazca."

    Bu yazıyı bir bilimkurgu ustası İsac Asimov'un, daha önceden de alıntıladığım bir hikayesinin kısaltılmış haliyle sonlandıracağım.

    ...Naron Rigel ırkındandı ve tüm gök adalardaki zekâları, gelişmiş ırkları kaydettiği büyük bir defteri vardı. Yeni bir bilgi gelmişti ve bir grup organizmanın daha olgunluğa eriştiği bildirilmişti. Harikaydı bu ve haberci gök adanın kod numarasını ve onun içindeki dünyanın konumunu söyledi. Naron o dünyayı biliyordu. Güzel bir yazıyla, adını alışkanlık olduğu üzere hakim nüfusunun aşina olduğu gibi kullanarak "Yerküre" yazdı. Hakim ırkının termo nükleer enerjiyi bulduğuna çok sevinmişti. Yakında gemileriyle uzayı tarayacak, federasyonla bağlantı kuracaklarını da biliyordu. Haberci uzay etkinliğinin çok sınırlı olduğunu söyleyince, şaşırdı Naron. Termo nükleer deneylerin ve patlamaların nerede yapıldığını çok merak etti. Cevap akıl karıştırıcıydı, zira kendi gezegenlerinde yaptıklarını söylediler kendisine. Altı metre boyunda olan Naron ayağa kalktı ve “Kendi gezegenlerinde mi?” diye gürledi. Kalemini çıkardı ve kara kaplı deftere yazdığı son adın üzerini çizdi. O zamana kadar görülmemiş bir şeydi bu, ama O çok bilgeydi ve hemen herkes gibi kaçınılmaz sonucu tahmin edebiliyordu.

 “Ahmaklar…” diye homurdandı.

25 Nisan 2021

Shqiptar'ın Seyir Defteri; Teknen Neta, Rüzgarın Kolayına Olsun

                                                                                    

    Shqiptar'ın günlüğünün önceki sayfasında da yazdığım gibi, hani bu hafta nasıl yaşamdaki elli üçüncü yılım dolacaksa, iki sene önce yine bu günlerin hemen sonrasında bir perşembe günü Lyon'dan, İstanbul'a geldim.

    Gelişimin ertesi günü vefat eden sınıf arkadaşımın kabrini ziyaret edeceğimi düşündüğüm bir plan yapmıştım kendi kendime, ne çok safmışım.

    Hemen valizleri eve bırakır bırakmaz berbere gittim saçlarımı kestirmek için, orada başım suyun altındayken telefonum car car çaldı, yetişemedim. Çıkınca baktım annem aramış, geri aradım hemen. Hoş geldin oğlum demesini beklerken, aldığım haberle başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

    İşte o an, üç senelik zorlu süreç başladı.

    Babam düşmüş ve beyin kanaması geçirmiş, hastaneye kaldırmışlar. Şu bir cümlenin altında o kadar şaşırtıcı, beklenmedik, çok fazla üzücü olay yaşandı ve sonrasında yaşanacak ki. Sadece kısaca birer cümleyle geçeceğim.

    Sonrasında her şey düzeliyordu yavaş yavaş, toparlayacak artık diyorduk ve böyle olunca, o ruh haliyle on üç yaşımdan beri hayalini kurduğum yelkenli teknemi satın aldım. Açıkçası çok keyifliydim. Aldım almasına da bir ay sonra babam vefat etti, ardından annem aort ameliyatı geçirdi ve sonrasında boşandım. Salgın ve sürecini söylemiyorum bile.

    Geçen sonbaharda geldim Fransa'ya. Şimdi kızımı Lyon'a, oğlumu Hollanda'ya yerleştirip geri dönüyorum önümüzdeki günlerde, daha doğru dürüst üzerinde olamadığım teknem Shqiptar'a Marmaris'e, Türkiye'ye.

    Bunların hepsi hayatın farklı aşamaları; bazıları üzücü, bazıları yorucu ve bazıları ise mutluluk verici benim adıma. Hayat böyle, zaten bence güzelliği ve büyüsü tam burada işte. Yarın bilinmez, dün geçti, bugün elinde ve bir onu yaşıyorsun.

    Tüm bunların yanında hayatımdaki bir takım gereksiz yüklerden de kurtulduğum ve kurtulmakta olduğum için ise çok mutluyum. Asıl söylemek istediğim ise tam bu; En karanlık, en umarsız, en yorgun olduğunu düşündüğün zamanlarda bile bir tebessüm, bir ışık, bir yol, bir çıkış, bir kurtuluş ve her zaman bir umut var. Sen sadece dik dur yeter. Elbette görebilene, anlayabilene ve zihninin, tutkularının esiri olmayana tüm bu yazdıklarım.

    Seyir defterinin girişi böylelikle tamamlandı, artık denizde olacağız. Bakalım kahramanlarımızı nasıl maceralar bekliyor, göreceğiz.

    Shqiptar neta, rüzgarın kolayında olsun. Bas yelkenleri kaptan...

18 Nisan 2021

Olympos Tanrıları Neredeler - Fermi Paradoksu


    Sen...evet evet sen Ares...sana diyorum...Sen bu Olympos dağında oturan tanrılar içinde tiksindiğimsin...

   İhtişamlı Zeus öfkeden çılgına dönmüş bir halde, oğlu savaş tanrısı Ares'e hiddetle haykırıyordu. Diğer taraftan Apollon ve Athena'da katıldılar tartışmaya ve onlar da bağırıyorlardı Ares'e;

    ...Sen kaleler yıkan, elleri kanlı, dönek, utanmaz, acımasız, deli ve kötülerin de kötüsü olanısın...

    Ares bu, savaşların tanrısı. Bu hakaretleri dinlemeye devam etmeyecekti elbette ve ağır bir intikam almaya karar verdi. Yanına yardımcıları; Korku, dehşet, fitne ve kız kardeşi yağmaların tanrıçasını da alarak köşesine çekildi. Dünya'ya, insanlara dehşet salacaktı, saldı da. Her köşede fitne, fesat, savaşlar, katliamlar, yağmalar yaşandı. İnsanlar içinde oluk oluk aktı kan, aynı nehirler gibi. Bu gidişe dur demek için Olympos dağı tanrıları da Ares'e karşı savaş açtılar.

    Ama nafile ve maalesef kazanan savaş tanrısı oldu. Belki de o günden beri bu sebepledir ki, savaşlar hiç eksilmeksizin devam eder durur insanlar arasında.

    Ares kazandı kazanmasına ama, Zeus'u da tahtından indiremedi bir diğer taraftan. Bir anlaşma yapıldı iki taraf arasında. Artık Olympos dağı tanrıları dünyaya ve insanlara karışmayacaklardı. Anlaşma anlaşmadır. Zeus şartları kabul etti ve dağdan dünyaya açılan tüm kapıları kapattı.

    O gün bugündür, kimse ne o dağdan, ne de tanrılarından haber alamadı ve zaman içinde unutuldular gitti. Ne yapıyorlar şimdi? Neredeler?

    Sahi neredeler?

    Drake denklemiyle o kadar da hesap kitap yaptık. Dedik ki;"İki ila yirmi dört bin tane daha farklı uygarlık olabilir gök adamız Samanyolu'nda" Neden hiçbirinden ses yok?

    Ama şu önemli bir bilgiyi de eklemek gerekli diye de düşünüyorum. Bir takım bilim insanları, ki sözlerinde güvenilir olanları, ulaşılabilecek uygarlık sayısını bir milyon adete kadar taşırken bir yandan, bazıları ise gök ada başına bir uygarlığa kadar da azaltıyorlar.

    İtalyan bilim adamı Enrico Fermi de yukarıdaki aynı soruyu daha bin dokuz yüz elli yılında, Drake denkleminden de, herkesten de önce sordu ve dedi ki;" Evrenin büyüklüğü, süre, adetler, tahminler, hesaplar, kabuller ortada ve akılcı da hepsi, ama neden henüz gezegenimiz dışından hiç bir uygarlıkla tanışmadık veya bir iz bile bulamadık. O zaman ortada bir paradoks, bir çelişkili sonuç yok mu?"

    Günümüzde aynı çelişki, yine aynı bilinmezlikle devam ediyor. Bugün dış uzayda pekçok, birkaç bin tane yaşanabilir ötegezegen bulundu bile. Aslında böyle dış gezegenler bulunması ve yıldızlarının yaşanabilir kuşakları içerisinde bulunan bu gezegenlerdeki var olan doğa şartları, bize olası farklı yaşam şekilleri hakkında bir fikir de veriyor bir diğer yandan.

    Birkaç on yıldır, bir yandan uzayı sürekli dinlerken ve bir diğer taraftan yine sürekli sinyal yaydığımız halde henüz kimseye ulaşamadık, kimse de gelip bizim kapımızı çalmadı. Koca uzayda bir derin, bir büyük sessizlik var. Ama yoldaki sondalarımız fiziki olarak farklı uygarlıkları arıyorlar, rahat olun.

    Ama yine de yok kimse.

    Uygarlıklar geliştikçe, doğal olarak enerji ihtiyaçları da artmaktadır. Bu durumdaki, yani ileri gelişmişlik seviyesindeki uygarlıkların gerekli taleplerini karşılayabilmek için bizim Dyson küresi dediğimiz, yıldızların yayılan enerjilerini toplayan panel kürelerini yıldızlarının etrafına kurmaları gerekir ki, yıldızlarından sonsuz enerjiyi elde etsinler. Ama ne o, ne de farklı boyutta hiçbir astromühendislik yapısına da henüz rastlamadık.

    Yok kimse.

    Güneşimizin ve parçası olduğumuz gezegen sisteminin oluşum süresi, insanoğlu uygarlığının geldiği seviye ve bunun için gerekli zaman düşünülürse, evrenimizin yaşı itibarıyla en azından bizimle aynı seviyede ve hatta daha da ileri pek çok fazla başka uygarlıkların olması beklenmelidir.

    O uygarlıkların da gezegenler arasında kolonileşmeye başlamış olmaları gerekir. Ancak böyle izlere de rastlamıyoruz. Akıllar biraz karışıyor burada, yanıt çelişkili. Zeki yaşam çok seyrek olabileceği gibi, diğer zeki varlıkların ya kaynakları kıt değil ve başka yerde aramıyorlar, ya da bizim gibi aç gözlü ve böylesine insana değin bir hükümranlık duygusu içinde değiller belki.

    Yok hakikaten yok kimse.

    Aslında yavaş yavaş paradoksu anlamlandırmaya başladık bile. Burada biraz teorisyenleri de dinlemek gerekli.

    Bir takım teorisyenler, bu büyük sessizliğin Dünya dışı yaşamın var olmadığına işaret ve aslında kanıt olduğunu savunuyorlar.

    Ben aynı görüşte değilim; ya verileri yanlış okuduğumuzu, ya aramadaki gözlem kriterlerimizin yanlış olduğunu veya daha yeterince aramadığımızı düşünenlerdenim. Sabırla sebep sonuç ilişkisi üzerine kafa patlatmalıyız ve aramaya devam etmeliyiz diyenlerdenim.

    Bilim adamları ve toerisyenlerin bazıları da diyorlar ki;

    İnsan gibi karmaşık yaşam formları çok özeldir ve gerekli şartlar her zaman öyle kolaylıkla oluşmayacağı için, gezegenimiz de biz de yeganeyiz, boşuna başkasını aramayın.

    Ya da;" Evrimin bir amacı, bir doğrusu yoktur ve rastgele oluşur." diyerek ekliyorlar ki; "Ya zekanın oluşumu raslantısal bir evrimleşme ise, gelin gezegenimizdeki zekanın türler arasındaki dağılımına bir bakın hele". Yani başkasını aramayın boşuna.

    Pekala diyorlar bir diğer bazıları;"Diyelim evrenimizde yaşam yaygın, diyelim zeki yaşam da yaygın, peki ya endüstri gelişmemişse. Ya da gerekli başlangıç ateşleyicisi yoksa. Örneğin biz fosil yakıtlarla aşama kaydetmedik mi?" O zaman aramaya devam edelim diyorlar.

    Ya, yaşam zeki ama yaşayanlar akıllı değilse ve kendilerini yok ediyorlarsa. Biz değil miyiz gezegenimizi, yegane yaşam alanımızı umarsızca ve geri dönülmez bir şekilde kirleten. Biz değil miyiz, uygarlığımızı bir kaç defa yok edecek kadar ve gezegenimizi yaşanmayacak bir yer haline getirecek sayıda nükleer bomba imal eden. Evet, evet aramaya devam edelim.

    Ya belki zeki yaşamın hücre DNA diziliminde bir şifre satırı varsa ve bu satır diğer zeki çeşitliliği ortadan kaldırmayı emrediyorsa ve aradığımız uygarlıklar biz daha onları aramaya başlamadan önce birbirlerini yok ettilerse. Kalanlar ise bundan haberdar ve bu yüzden sessiz kalıyorlarsa. Arayalım onları.

    Evrenin gerçek boyutlarını her geçen gün biraz daha iyi anlıyoruz ve büyüklüğü günden güne daha da çok gözler önüne seriliyor. Ya bu büyüklük ve uzaklıkların devasa oluşu, ışık hızında giden radyo dalgaları için bile iletişimi neredeyse olanaksız kılıyorsa. Bunca muazzam derinlik ve iletişimin zorlukları varken, zeki uygarlıklar yeşeriyor ve yok oluyorsa, bir birimize denk düşememe olasılığımız da hiç azımsanmayabilir aslında. Ama yine de onları aramaya devam edelim.

    Belki onlar da bizi arıyorlar. Belki de bu tarafa biz daha, biz olmadan önce baktı birileri ve sonra başka kesitlerde devam ettiler arayışa. Yani belkide insanlık olarak yeterince zamandır var değiliz veya yeterince zamandır aramıyoruz diğerlerini. Herşey o kadar çok fazla ve çok uzak ki denk düşememe olasılığı hiç azımsanmayacak kadar fazla. Yorulmadan aramaya devam edelim onları.

    Teknolojik seviyemiz uyarınca, belki doğru yöntemle aramıyoruz onları veya belki de aradıklarımızın çok umurlarında değil bulunmak. Belki de onlar artık radyo dalgaları ile değil de, düşünsel şekilde iletişimdeler ve biz de Pasifik okyanusu üzerindeki bir adadan duman işaretleri ile İstanbul'a mesaj iletmeye çalışıyorsak.

    Belki de bizim gibi değiller. Bizim için önemli olan şeyler onlar için değil, merak etmiyorlar belki başkalarını veya merak edilmek istemiyorlar başkaları tarafından. Belkide yeterince teknoloji geliştirmediler, belki bu açıdan bizden geriler ve arandıklarının farkında değiller. Ama yine de biz onları aramaya bıkmadan, usanmadan devam edelim.

    Ama belki de buradalar veya çok yakındalar ve bizi henüz bilemediğimiz bir şekilde takip ediyorlar.

    Bir gerginlik oluştu sırtınızda değil mi? Ben birilerinin orada, evrenimizin bir köşesinde olduklarını düşünenlerdenim ve onlarla iletişimin bir gün, bir şekilde kurulacağına da eminim.

    Belki bugün, belki yarın, belki yarından da yakın.

14 Nisan 2021

Şunun Şurası Kaç Kişiyiz - Drake Denklemi


    Dağılıyordu...

    Üç kıtadaki milyonlarca insanın üzerinde asırlarca hüküm süren, krallara diz çöktüren o koca çınar...

    Uzun yıllardır yapılan yanlışlar ve zamanında alınamamış tedbirler, ki aslında değişime ayak uyduramamak demek daha doğru olur, sonunda yapıyordu yapacağını.

    Koca imparatorluk dağılıyordu...

    O ise henüz otuz yaşındaydı ve bu durumu kabul etmiyor ve etmeyecekti elbette. Bir diğer yandan ise gerçekçi olmak gerekliydi belkide, ama o kadar da kolay olmamalıydı öyle aç akbabalar gibi bir yaralı aslana üşüşmek. Toplantı sonrası kara tahtadaki bir not ile öğrendi kuzey Afrika'ya gideceğini. Görev kutsaldır ve aslında kendisini uzaklaştırmak ta istiyorlardı bir diğer taraftan tartışmaların merkezinden.

    Ancak yapacak çok fazla bir şey de yoktu, herkesin eli kolu bağlıydı biraz ve bir panik havası vardı. Eğer bir büyük hedefe ulaşmak ise ülkü, yok olma tehlikesini bile göze almak hiç de önemli bir bedel değildi. Kısacası "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe". Kader böyleymiş demek; dillere destan, imparatorlukların pırlantası, efsanelerin kraliçesi, yedi tepeli şehirden böyle çıkmak ta varmış. Gizlice...

    Bir Rus yolcu gemisinde sahte pasaportla, tebdili kıyafet yolculuk yapacak ve önce denizleri aşacaktı. Sonrasında işgal altındaki imparatorluk topraklarında bazen deve sırtında ve bazen de yürüyerek geçecekti o kavurucu çölleri.

    O henüz bilmiyor ama kaderinde bir başka gemi yolculuğu daha olacak. Hem de çok, çok daha önemli ve bir milletin kutsal başkaldırısının miladı olacak olan bir yolculuk.

    Günler sonra vardı Libya'ya. Aşiretleri örgütledi herşeyden önce ve işgale karşı savaşı başlattı. Savaşın o günü hedefleri Kasr-ı Harun, eski bir Kartaca harabesiydi. Mücadele kızışmış ve boğaz boğaza kesiyordu, kurşunluyordu, öldürüyordu askerler birbirlerin. Merkez binaya koştuğu sırada üzerlerine dalış yapan bir uçaktan atılan bombanın oluşturduğu basınç onu yere savurdu ve yıkımdan kopan bir taş parçası gözünden yaraladı. Yüzü hakikaten tanınması güç bir hale gelmişti. Bir elinde kanlanmış mendilini gözüne bastırırken, diğer elinde kılıcını tutuyordu. Hiç bırakmamıştı onu ve bırakmayacaktı da hiçbir zaman. O şerefli bir askerdi ve silahı onun onuruydu.

    Yanına ilk ulaşan ve müdahaleyi yapan doktor;"Yaran ağır, burada iyileşemezsin" dediyse de, korkusuz komutan acısını umursamaz bir şekilde haykırdı;

    "Yapacak birşey yok savaşacağız ve yeneceğiz düşmanı, zaten kaç kişiyiz burada."

    Evet kaç kişiyiz?

    Kaç uygarlık, kaç akıllı yaşam türü, kaç akıllı ırk var şu koca evrende?

    Bu mühendis kafası dedikleri şey, başka kafalardan ne daha iyi, ne daha kötü. Sadece böyle. Boynunu büküp kabul etmez, neden ve nasıl diye sorar yorulmadan. Sürekli olarak fen kuralları ile didişir durur. Ama bilir ve çok iyi bilir ki, bu evrendeki yaşamın temelinde herşeyden önce matematik vardır.

    Bizim mühendis başını kaldırır ve bakar uzaya, düşünmeye ve sorgulmaya devam eder. Yaradılışı düşünür, ölümü düşünür, sebepleri düşünür, yolları düşünür ve acaba bu muazzam büyüklük içerisinde benden başkalarıda var mı diye sorar. Ek bir soru daha gelir aklına "Acaba kaç kişi?". Aslında tüm bu soruların cevabını da biliyor ve emin kendinden. Zira kendisini kanıtlamış olan olasılık hesapları muhakkak başkaları da var diyor.

    Birileri bir denklem hazırlamış bile;

    Astrofizikçi Frank Drake, dünya dışı zekanın olup olmadığını, bir diğer deyişle iletişim kurabileceğimiz "N" akıllı uygarlık sayısını tahmin etmek amacıyla; belirsizlikleri ve olasılıkları kullanarak, basit bir yaklaşım geliştirmiş. Bir denklem aslında, Drake denklemi. Bu denklem ile anlamlı bir sonuca ulaşabilmek için öncelikle pekçok olasılığın değerlendirilmesi ve yine pekçok akıllı tahmin yapılması gerekiyor.

    Örneğin kimyasal ve biyolojik süreçlerin "Yaşam"ı oluşturması, ki onca farklı yörünge varken başı boş gezgin bir göktaşının gelip gezegenimize çarpması ve var olan canlı yaşamını neredeyse tamamen yok etmiş olması bir olasılıktır ve kötü bir raslantıdır. Sonrasında gelişen primatların bir kolundan insanın evrimleşmesi, yine sayısız olasılıklar içerisindeki muhteşem bir tanesidir bu defa.

    Ayrıca farklı olasılıkların daha öngörülmesi gerekir; Canlılarda aklın gelişmesi, aynı akıllı canlıların medeniyet kurmaları, bilimsel çalışma metodunu keşfetmiş ve geliştirmiş olmaları, astronomide ilerlemiş ve kendi gezegenleri dışındaki diğer akıllı canlılarla temas kumak istiyor olmaları ve yine tüm bu olasılıkların peşpeşe eklemlenmesiyle süzülen akıllı canlı grubunun kendi kendisini bir şekilde yok etmemesi olasılığı da önemlidir.

    Samanyolu gökadasındaki yıldız ve gezegen sayısının tahmininden başlayıp, astrofizik, psikolojik ve sosyolojik faktörler ile devam etmeliyiz. Galaksimizde bir dünya yılı süresince kaç tane yıldız oluşumu gerçekleştiğinin ve bu yıldızların ne kadarında ekolojik yaşama uygun olası gezegen var olduğu sayısı tahminiyle devam edilmelidir. Bu aşamalardaki bir diğer önemli konu da bildiğimiz yaşam türünün Dünya benzeri olması arayışıdır. Ancak yerküremizde bile bunun olanaksız olduğu yaşam türleri vardır. Yaşamı bulmak tek başına yeterli değildir. Yüzeyi sadece bakterilerle dolu bir gezegenden ziyade, akıllı hayata geçilmiş olması daha da ilginç olacaktır. Aynı akıllı yaşamın, var olduklarına dair gerekli sinyali uzaya yayıyor olması ve buna ek olarak bu sinyalin süresi de gerekli bir olasılık değeridir elbette.

    Tüm bunları aşmak ta yeterli değil elbette. Bu süzülmenin ardından, iletişim kuracağımız diğer uygarlıkların bizlere faydalı olup olmayacağı ise ayrı bir sorudur ve ayrı bir olasılıktır.

    Birileri bu işlere bayağı kafa yormuş ve akıllı bir sonuca da varmış. Peki bu sonuç, bu sayı ne işe yarar?

    Arayış, beklenti ve tahminlerimize bir sınır getirmesi açısından değerlendirince çok anlamlı bir bilgi. Aslında kendimize elimizdekinin biricikliğini ve kendi değerimizi de hatırlatması ve aklımızı başımıza devşirmemiz gereğini söylemesi açısından da değerli.

    Tüm bu olasılıklar değerlendirildikten ve hesap kitap yapıldıktan sonra, ilişki kurabileceğimiz uygarlık sayısı iki bin dört yüz ile yirmi bin adet aralığıda gibi düşünülebilir. Kanımca hiç de azımsanmayacak kadar.

    Emin olun matematik doğruyu söyler, yalnız değiliz.

11 Nisan 2021

Aydınlık ile Karanlığın Savaşı - Gök Ada Çarpışması

    Bu gece yine aynı sıralarda suyun derinliklerinde ve yine benzer bir hareketlenme var. Dipteki çamur havalandı ve yarı bulanık sularda, daha da karanlık bir bulut dalga dalga yükseliyor. Nehrin yüzeyinde de derinlerden gelen bir hareketlenme oluşmaya başladı bile, ama bu metrelerce uzunluğunda bir salınım. Nehrin kıyısındaki devasa açgözlü timsahlar bile tedirgin, kaçış yok sessiz olup fark edilmemek tek kurtuluş olasılığı.

    Güneş tanrısının baş düşmanı, kötülük timsali, korkulan, hiç sevilmeyen ve hep lanetlenen, karanlık avcı, o büyük korkunç yılan geliyor. Lanetlinin tek bir amacı var. Şafak vaktinden alaca karanlığa kadar gökyüzünde ve sonrasında da gecenin karanlığında kayığıyla dolaşırken onu, yani Ra'yı yer altındaki evine gitmeden önce öldürmek, yok etmek. Şimdi yapamazsa eğer, ki çok güçlü koruyucuları var, bir şansı daha olacak belki. Şafak vakti olmadan hemen önce tekrar deneyebilir şansını.

    Güneş doğmasın, aydınlık değil de insanlar üstünde sürekli karanlık ve kaos olsun istiyor lanetli. Ama o ikisi arasındaki savaş başlangıçtan beri devam ediyor ve başlangıçtan beri başaramadı kötülük. Her şafak vakti güneş doğdu tekrar ve insanların yine ve her yeni günle birlikte yeşeren umutlarını yok edemedi Apophis.

    Ama tekrar geri geliyor Mısır mitolojisindeki kötülüğün, lanetin, karanlığın ve kaosun tanrısı Apophis, nam-ı diğer “Kıta Katili”. Yirmi milyon ton ağırlığında, üç yüz metre çapındaki göktaşı Apophis 99942 saatte otuz yedi bin kilometrelik hızıyla Dünya’ya yaklaşıyor.

    İnsan uygarlığının onu durdurması için önünde az zamanı kaldı. İki bin yirmi dokuz yılında ve tekrar on üç Nisan iki bin otuz altı yılında ve bu ikinci defa otuz iki bin kilometre yakınımızdan geçecek. İki bin otuz yedi yılında da geri gelecek ama en tehlikeli tarih, çarpışma ihtimalinin en yüksek, iki yüz elli binde bir olduğu bu günden on beş yıl sonrası.

    İnsan uygarlığı bir şekilde; ya şansıyla, ya da silahlı roket teknolojisiyle bu felaketi savacak elbette başından. Ama başka, çok büyük bir sorun daha var, yaklaşan birileri daha var.


Bir cisim daha yaklaşıyor...

    Evet bir şey yaklaşıyor. O yaklaşan şey henüz çok uzakta, ancak bir cisimden çok daha fazlası geliyor üzerimize.

    Ne kadar beceriksizler deriz ama denizde iki kayık çarpışabilir elbette ve biraz tatsızlık çıkar muhtemelen. Ama aynı denizde tam yol seyir yapan, iki yüklü nükleer uçak gemisinin çarpışması tam bir felaket olur muhakkak. Ancak ya iki gökadanın, bir diğer deyişle Samanyolu ve Andromeda galaksilerinin çarpışmasına ne demeli.

    Ne derseniz deyin ama sakın olmaz o iş demeyin, çünkü olacak bir günBu çarpışmanın toplumda nasıl bir etki bırakacağının, insanların ne düşüneceğinin veya tarih kitaplarında bu olayın nasıl yer alacağının hiçbir önemi yok, zira yaklaşık olarak dört milyar yıl sonra olacak olan bu olayın sonrasında bunu konuşacak kimse de kalmayacak ne de olsa.

    Ama o kadar endişeye de o kadar gerek yok aslında. Unutmamak gerekir ki, Dünya üzerindeki yaşam yaklaşık olarak ancak bir buçuk milyar yıl daha devam edecek. Zira güneşimizin ömrü sonlanmaya başlarken, bu bağlamda parlaklığı yavaş yavaş arttıkça ve yine aynı paralelde şiştikçe, dolayısıyla çevresindeki yaşanılabilir kuşak yok olacağı için, Dünya üzerindeki su buhar olacak, yerküremiz de diğer pek çok gezegen gibi yaşanmaz bir yer haline gelecek ve sonunda güneşi tarafından yutulacaktır.

    Evet o cisim yaklaşıyor. Bugün bilimsel olarak Hubble teleskopu gözlemleriyle artık biliniyor ki, Samanyolu ve Andromeda gökadaları arasındaki mesafe her saniye yüz yirmi kilometre azalmaktadır.

    Gerçekleşecek çarpışmayı hayal etmek veya boyutlarını anlamaya çalışmak, akıllara zarar. Düşünün bir kere; bünyesinde yaklaşık olarak bir trilyonu aşkın yıldız barındıran Andromeda ile yine bünyesinde üç yüz milyarı aşkın yıldız barındıran Samanyolu gökadaları birbirleri ile kafa kafaya çarpışacak ve birbirlerinin içine girecekler. Yaklaşık bir buçuk trilyona yakın yıldız ve sayısını tahmin bile edemeyeceğimiz sayıda gezegen, göktaşı ve henüz hakkında hemen hemen hiç bir şey bilmediğimiz, bu iki gökadaya ait kara enerjiler çarpışacak. Ne felaket...

    Peki hemen soralım sorumuzu. Andromeda ve Samanyolu nasıl ve neden bu kadar süratle birbirlerine doğru yol alıyorlar? Cevap kısa ve net. Kütle çekimi. Bir diğer deyişle her ikisine de çekim kuvveti yaptırıyor bu yolculuğu. Bizim evrenimizin geçerli fizik kurallarına göre; kütlesi olan her şey birbirlerine doğru çekilirler veya bir başka deyişle kütleleri paralelinde birbirlerine doğru hareket ederler; gezegenler, yıldızlar, göktaşları ve hatta gökadalar.

    Günümüzde, ülkemizdeki göreceli yeni sayılabilecek bir düşünsel akım da diyor ki;

    "Sadece sonsuz uzaydaki kütleler birbirlerini çekmezler ve düşüncenin de gücünü küçümsemeyin sakın. Düşüncenin bir kütlesi yok belki, ama onlar da olayları kütle çekim yasasında olduğu gibi çekiyorlar hayatımıza."

    Bu sebeple diyerek ekliyorlar;" Olumsuzlukları atın kafanızdan, konuşmayın ve düşünmeyin onları. Aksi halde hayatınızı zorlaştırırsınız."

    O yüzden şimdilik düşünmeyelim ne Apophis 99942'yi, ne de Andromeda'yı. Gelin hangi maviliklere yelken açacağımızın hayalini kuralım.

9 Nisan 2021

Shqiptar'ın Seyir Defteri; Başlangıcın Bile Öncesi

                                   

... Dört nala gelip Uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim

Bilekler kan içinde, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...

    Büyük ozan ve o ustanın yukarıda da dediği gibi;" Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine". İşte o kalın duvarlar ve o uzun koridorlar, bunu da öğretiyorlar oradaki çocuklara.

    Aramızda binlerce kilometre dahi olsa veya insanlar, biz dün de hep beraberdik ve yine bugün de hep beraberiz. Bazılarıyla aradan yıllar bile geçmiş olsa, her şey son kaldığı an ile tekrar başlar, hiç bir şey eksilmemiş gibi. Eksilmez ve eksilemez, biz bunu öğrendik "Mekteb-i Sultani" çatısı altında.

    Bu hayatta su gibi olmak gerek insana; her kalıba girebilmek, her aralıktan geçebilmek, her zaman temiz ve şeffaf olmak ve yine her zaman yaşamı ve yeniden doğuşu taşımak içinde.

    Çok şey biliyorum diyor bu ademoğlu, ama bilmediklerini bilmediği için, henüz haberdar değil başına neler neler geleceğinden. Ama her zaman ve her şeyden bir kazanım, ki öğrenme de kazanımların en büyüğü bence, bulabilir insanoğlu. Her şey yaşandıktan sonra gelip yine de olanları, ki olanlar ne kadar yüklü dahi olsa, sakinlikle ve bir tebessüm eşiliğinde anlatabilmek dahi elbette bir kazançtır, bir öğretidir bu kalemi tutan kula.

    Son iki sene öyle inanılmazdı ki...

    Evet neredeyse iki sene önce, yani yine yaklaşık bu tarihlerde, bu mavi gezegendeki elli ikinci yılımın tamamlanması hemen, ama hemen iki gün sonrasında liseden bir arkadaşımız vefat etti.

    Zamanın seçimlerine, yaşamın hükümlerine ve oluşların sırasına elbette itiraz veya isyan edecek halim yok. Ancak bir çok konuda en örnek gösterilecek kişi, en olmayacak zamanda, en umarsız hastalığa yakalandı, çok savaştı ve ancak nihayetinde sevgilerimizi de aldı yanına, göçtü gitti. Kanser en beklenmedik köşede yine çıktı ortaya, yaptı yapacağını ve aldı alacağını.

    Dünya'nın neresinde olursak olalım biz hepimiz, her zaman, hep beraberiz dedim ama, bu evrenin fizik kuralları bazen izin vermiyor veya sınırlıyor yan yana olmayı. Lyon'dan yetişemedim cenazeye.

    Aradan bir kaç hafta geçti. Perşembe günlerinden birinde geldim Türkiye'ye ve niyetim ertesi sabah, ilk iş olarak vefat etmiş olan arkadaşımın kabrini ziyaret etmekti. Sormazlar mı adama;" Emin misin?" Kendi planlarımızla, yaşamın o muhteşem ve kimseyi dinlemeyen kurgusu, yani her yeni günün senaryosu aynı mı acaba?

    Değilmiş ve meğerse öyle bir süreç bekliyormuş ki bu kahramanımızı. 

7 Nisan 2021

Shqiptar'ın Seyir Defteri; Shqiptar Ne Ola ki

                                                                                  

    Öncelikle aşağıdaki yazının başlığına cevap vererek başlayacağım. Shqiptar benim teknem. Shqiptar diye yazılıyor ve Şiptar diye okunuyor ismi, Arnavut demek. Daha doğrusu sadece Arnavut'ların kendileri için kullandıkları bir kelime, yani biraz içe dönük bir isim seçtim.

    Rahatlıkla neden denilebilir elbette. Zira ailemizin azımsanmayacak bir bölümü orada yaşıyor da ondan. Dedem tek başına birinci dünya savaşı hemen öncesi, lisede okumak için gelmiş Türkiye'ye. Sonrasında "Birinci Dünya Savaşı" sebebiyle dağılan imparatorluk, "Kurtuluş Savaşı" verilerek kurulan yeni cumhuriyet, imar edilen yeni bir ülke, Arnavutluk'ta Enver hoca ve onun kapalı rejimi derken tüm iletişimini kaybetmiş geride Delvina'da kalan ailesiyle.

    Ancak çok uzun yıllar geçtikten sonra ve uğraşılarak aile ile bağlantı yeniden kurulmuş. Babamla beraber akrabaları görmeye Tiran'a da gittik ve hatta dedemin doğduğu evi bile güney Arnavutluk'ta Delvina'da bulduk. Aslında imparatorluk sancağının dalgalandığı toprakların mirasına sahip olan ülkemiz insanları için bilindik yaşamlar.

    Diyorum ya her zaman ben yazılı düşünmeyi ve okumayı seven bir insanım. Önceleri kendimi çok anlamaz ve biraz da bu "yazılı düşünme" tarafımı şaşırtıcı bulurdum açıkçası. Ama sonradan öğrendim ki bu çok normal bir yöntem.

    Birkaç sene önce oluşturduğum ve ileride anlatacağım sebepler yüzünden yaklaşık iki senedir ilgilenemediğim bu köşeyi biraz farklılaştırmaya ve aslında sadece astrofizik üzerine yazılar yazarken, konuları farklı alanlara da yaymaya karar verdim.

    Artık Shqiptar'a daha fazla zaman ayıracağım için yeni rotaları, fotoğrafları ve yeni anıları da bir günlük kıvamında, diğer yazıların yanında burada yayınlıyor olacağım.

    Bakalım kahramanımızı neler bekliyor...