12 Mayıs 2021

Neredesin Odysseus

                                         

   Fazla uzak olmayan bir coğrafyada, ama fazla çok fazla uzun zaman önce, adadaki evinin penceresinden kadın ufku seyrediyor ve aklındaki birbirinden deli soruya cevap arıyordu.

    Ama bu arayış yıllardır her gece, yine bu gece olduğu gibi yanıtsız kalacaktı. Hani eskiden, yani yıllar önce ara sıra haber gelirdi, ama artık o da gelmiyor, ulaşmıyordu.

    Söylenenlere inansa bir türlü, inanmasa bir türlü. Ne yapacağını da şaşırmıştı. O kıskanç kadınlar artık gelmez diyorlar, gelseydi gelirdi bugüne kadar diyorlar. Ya o adamlar. Onlar da aç akbabalar gibi etrafında dönüp duruyorlar. Güzel ve arzulanan bir kadındı elbet ve ancak bu adamların asıl dileklerinin tahtın sahibi olmak olduğunu biliyordu bal gibi. Bunu çok çok iyi biliyordu kadın.

    Kocası savaşa gideli yıllar olmuştu. Ne şehirmiş ama ve de ne savaş hani. Söylemesi dile kolay, sadece şehri almak on yıla ve pek çok cana mal oldu. Ya sonra?

    Biliyordu, haberi gelmişti aslında. Kocasının gemileri demir almışlardı sahilden geri dönüş yolculuğu için. Ama neredeyse ikinci bir on yıl daha geçmişti, neredeydi bu adam. Neredesin Odysseus?

    Hakikaten ne yapması gerektiğini bilmiyordu Penelope. Tüm bu komşu adaların kralları ve prensleri bin bir numarayla onu ele geçirmeye, ikna etmeye çalışıyorlardı. O da kocası gibi kurnazdı aslında ve türlü oyunlarla, türlü hilelerle sıyrılmayı başarmıştı bugüne kadar bu adamların bunca emellerinden. Bu kadar da olur mu dedirtecek gibisinden, bu adamlar sarayda bile yer tutmuşlardı. Ama O sadıktı kocasına, sonuna kadar.

    Bir oyunu vardı, çok uzun süredir oyaladığı; “Kayınpederim Leartes için bir kefen kumaşı dokuyorum, bitince kararımı vereceğim” diyordu Penelope. Ama ne kefen kumaşıymış canım, bir türlü bitmek bilmiyordu. Adamlar da beklemeye devam ediyorlardı bıkmadan, usanmadan. Ama o geveze hizmetkar açığa çıkardı oyunun aslını, taşıdı haberi saray dışına. Penelope gündüz dokuduğunu, gece söküyordu. Bitmezdi bir ömür boyu elbette ve ancak çıktı ortaya oyun.

    Demiştik ya Odysseus'ta bilmiyordu başına gelecekleri. O aklınca büyük kurnazlık yapmış, Truva’nın düşmesini sağlamıştı hilesiyle. Ama aynı zamanda da kazanmıştı, Poseidon’nun uğursuz ve sonsuz lanetini.

    Eh işte bunu da O bilmiyordu bir zamanlar. Önce keyifle ganimetleri yüklediler gemilerine, yelken açtılar maviliklere. Birkaç hafta içinde tamamlanacaktı aslında seyirleri ve ancak Poseidon’nun laneti getirmeseydi o ilk fırtınayı tepelerine.

    Ne fırtınaydı ama, ilk düştükleri kıyılar Thrakia, yani bugünün Trakya kıyılarıydı. Burada korkunç vahşi Kikonlarla savaştılar önce, bayağı yoruldular orada. Hadi kurtulduk artık dönelim eve derken, ikinci fırtına ezdi geçti ve önlerine kattı, taşıdı onları lotus çiçeklerinin ülkesine. Ama bunlar öyle sıradan çiçekler değildiler. Hem çok cazip ve hem de çok lezzetliydiler. Ama yediğin zaman memleketini unutturur adama, mecnun olur dolanırsın ortalarda. Neyse bin bir zorlukla Odysseus bindirdi o çiçeği yemiş üç arkadaşını gemiye ve çıktılar tekrar yola.

    Poseidon yine iyi bir tuzak ve zorlu bir düşman hazırlamıştı onlar için. Bu yeni fırtınayla düştükleri kıyılarda, tek gözlü dev Kykloplar bekliyordu onları. Poseidon oğlu tek gözlü dev Polyphemos’a çok güveniyordu. Her ne kadar o dev, adamlarının altı tanesini öldürüp yediyse dahi, bu kurnaz Odysseus onun oğlunu sarhoş edip yegâne gözünü kör ederek kurtulmayı başardı tekrar.

    Buradan sonra bir dizi macera, zamanı gelince anlatırım parça parça; Önce düştüler insan yiyici Laistrigon isimli devlerin eline, sonra geride kalan son parça gemisiyle Aia adasına ulaşabildi Odysseus. Burada yaşar büyücü Kirke ve bizim kurnazın başından birçok olay geçer buralarda.

    Sonra vira demir yeniden ülkesine doğru yola çıkar. O iş o kadar da kolay değil ve lanet çok büyük. Gemisi yolda parçalanır, bir tahta parçasına tutunur ve tanrı Atlas’ın kızı Kalypso’nun yaşadığı Ogyga adasına sürüklenir. Hani güzelde bir kızdır ama çok ihtiraslıdır. Kalypso, Odysseus’a delicesine âşık olur ve O’nu yedi yıl adasında alıkoyar. Eğer kendisinden ayrılmazsa ona ölümsüzlük vereceğini söyler. Evinin hasretiyle yanıp tutuşan Odysseus, tanrıların da yardımıyla Kalypso’nun elinden kurtulmayı başarır.

    Kendi yaptığı bir sal ile tekrar denize açılır. Denizde karşılaştığı türlü zorluklardan sonra Phaiakların ülkesi olan Skheria adasına ulaşır. Burada iyi karşılanır, aman iyi nihayet. Onların yardımlarıyla ülkesi İthaka’ya ulaşır.

    Bu arada karısı Penelope de taliplerini türlü hilelerle oyalamaya devam etmektedir, aradan geçmiş yirmi uzun yıl. Taliplerinin baskılarından dolayı artık iyice köşeye sıkışan Penelope, biraz daha zaman kazanmak için son bir çare daha bulur; Kocası Odysseus’un yayını gerip, oku on iki halkanın içinden geçirebilen kişiyle evleneceğini söyler.

    Bu arada Odysseus nihayet adaya gelmiş ve durumu öğrenmiştir. Tanınmamak için dilenci kılığına girer ve O’da müsabakaya katılır. Yarışma sırasında yayı alarak önce oku halkalardan geçirir. Sonra da karısının taliplerini teker teker öldürür. Gerçek kimliğini açıklar ve hem kendisini yirmi yıl sabır ve sadakatle bekleyen karısına hem oğlu Telemakos’a ve hem de krallığına kavuşur.

    On iki bin satır ve binlerce kelimeden oluşan koca destanı birkaç yüz kelimeyle özetlemeye çalıştım. Yeri geldikçe, keyifler oldukça O’nun hikayelerine tekrar yer vereceğim bu satırlarda.

    Ben destanların toplumlara ahlak değerlerini hatırlatmak gibi bir görevleri olduğunu ve bu amaçlarla da kurgulandıklarını düşünürüm. Birebir tarihi gerçekler değillerse bile, tarihin gerçeklerine bu satırlardan ulaşılabileceğini de biliyorum. Bence destan ve masal arasındaki en önemli fark ta bu zaten. Masallar hayâl mahsulü hikayelerken, destanlar olağanüstü olayların gerçeklerle harmanlanmasıdır, dans etmesidir.

    Sonu iyi biten destanını okuduk Homeros ustanın. Onların mutluluğundan pay edinelim, onların sevinçlerine sevinelim ve daha da önemlisi dersler çıkaralım diye yazmış bunca satırı büyük usta.

    Mutlu kalsınlar Penelope ve Odysseus.