31 Mart 2019

Bir Akvaryumum Var Benim - Evrenin Ötesi


Bir akvaryumum var benim…


Zemininde inci beyaz kum, kayalar, renkli mercanlar, salınan bitkiler, onlarca litre su ve balıklar var içinde. O balıklar kâh birbirleriyle, kâh mercanlarla, kâh kayalarla, kâh bitkilerle uğraşıyorlar. Kumları eşeliyorlar, bitkileri didikliyorlar ve hayatları sürekli olarak orada geçiyor. Gün boyu yiyecek arıyorlar, kavga ediyorlar, arada sıra türlerini devam ettiriyorlar, ölüyorlar, doğuyorlar. Sadece orayı görüyorlar, ancak dışarıda ne var, ne nerede işte onu bilemiyorlar.


Oysa akvaryum ofisimde, ofisim Türkiye’de, Türkiye Dünya’da, Dünya Samanyolu gökadasında, Samanyolu gökadası ise evrenimizde yer alıyor.


Peki ya evren?


Bu ise evrenin resmi, Pablo Carlos Budassi isimli bir sanatçı işte böyle, yukarıdaki gibi kurgulamış ve çizmiş onu. Tüm galaksiler, yıldızlar, gezegenler, gaz devleri, göktaşları ve biz, kısacası bildiğimiz bilmediğimiz her şey orada.

Bilinen evrenin bir başlangıcı olduğunu biliyoruz, aslında tahmin ediyoruz diyelim. “Büyük Patlama” ile beraber neredeyse on dört milyar yıl önce oluşmaya başladı ve o günden bugüne sürekli olarak genişliyor. Bir uçtan bir uca, tahminimizce ve yaklaşık olarak doksan üç milyar ışık yılı boyundadır. Bu ne demek; doksan beş ve yanında on bir tane sıfır kadar kilometre demektir, çok ama çok geniş.


Şimdi can alıcı soruya doğru yaklaşıyoruz…


Bu başlangıç bir yerde oldu ve bu şişme yine bir yerlerde oluyor. Eğer varsa ve biz evrenin bu sınırına yaklaştığımızda ki, yaklaşabilirsek veya ulaşabildiğimiz gün, ne bulacağız? Evrenin dışında ne olduğunu veya bir başka deyişle evren neyin içinde onu görebilecek miyiz? Ama önce bir de şu soruya cevap arayalım.


Oralara gidebilir miyiz?


Hakikaten çok zor ve biliyorsunuz ki, içinde bulunduğumuz evrenin fizik yasalarına göre ışık hızını aşamıyoruz. Yaklaşık doksan üç milyar ışık yılı mesafeyi nasıl aşacağız? Hani evrenin ortalarında bir yerlerde olsak, kırk altı milyar küsur ışık yılı mesafeyi nasıl aşacağız, hangi ömür süresiyle yapacağız bu işi? Hakikaten evrenin kıyısında bir yerlerde olmalıyız ki, bitiş çizgisini görelim. Ama soluk bir mavi nokta olan biricik evimizin konumu da böyle bir yerde değil. Bir kestirme yol veya yolculuk için farklı bir yöntem bulana kadar, biz teori üretmeye şimdilik devam edelim.


Diyelim ki;


“Uzay Yolu” bilim kurgu filmlerindeki gibi, Warp uçuşu ile uzayı bükebilen ve dalgaların üzerinde sörf yapan bir sporcu gibi yol alalım ve ışık hızının da üzerinde hareket edelim. Bulunduğumuz yerden bir şekilde Evrenin sonuna gitsek ne göreceğiz? Yüksek bir duvar mı, bir karanlık boşluk mu?


Evrenin dışına çıkılamayacağını söyleyen ve aralarındaki ufak farklar hariç, temelde aynı olan teoriler var.


Bir teoriye göre ışıktan kat ve kat daha hızlı bile gitsek, evrenin yapısı ve şekli sebebiyle onun dışına çıkmamıza izin yok. Bu konuyu açmak gerekli ve önce yeni bir soru soralım.


Evrenin şekli nedir?


Soru zor yerden geldi ve cevap ise bir o kadar daha da zor. Hakikaten cevap vermek imkânsız açıkçası ve cevap ileri fiziğe girilmeden verilemez. Bu yazıların hedefi; bir takım zor soruların cevaplarını, mümkün olduğunca basit ve karmaşıklıktan uzak bir şekilde aramak ve paylaşmaktır.

NASA’nın evrenin şeklini tarif eden ve matematiksel denklem ve açıklamalara dayanan bazı çizimleri var. Bunlara dayanarak; evren bir “Küre” veya “Sabun Köpüğü” veya “Balon” gibidir diyebiliriz. Sanırım “Balon” benzetmesi çok daha uygun olacaktır.



Kolay anlaşılabilecek örneklerin üzerinden ilerleyelim. Evrenimizin bir balona benzetelim ve bu balonun üzerine iki nokta çizip, balonu şişirmeye başlayalım. Balon şiştikçe üzerine çizdiğimiz noktaların birbirlerinden uzaklaştıklarını göreceğiz.

Tamamıyla benzer açıklamayı evren için de kabul edebiliriz. Koca evren aynen yukarıdaki mavi balon gibi şişmekte ve genişlemektedir. Balon ve içindeki hacmi tüm evren ve balonun üzerine çizdiğimiz noktaları da gökadalar gibi düşünerek, genişleme aşamasını daha iyi anlayabiliriz.


Evrenimizin şeklini anladığımızı düşünerek devam edelim. Dediğimiz gibi, evrenin kıyısına bir şekilde geldik diyelim. Bu aşamada şöyle bir soru aklımıza gelebilir; “Neden kürenin dışına geçemiyoruz?”. Bu durumda evren modelini biraz sorgulayalım. Ancak bu ana kadar verdiğim bilgileri, ileride çoklu evren kuramını irdeleyene kadar aklımızda tutmamız gerektiğini hatırlatmak isterim.


Evren modelini sorgulayalım derken, cevabı kısa yoldan vermek isterim. Yapacağımız tekli ve çoklu evren modellerini anlamaya çalışmaktır.


Tekli evren teorisi uyarınca; bir balon, bir küre, sınır veya sınırda duvar yok. Evren bir küre olmadığı gibi, asker yatağındaki bir çarşaf gibi düz de hiç değil.



Kuram uyarınca evren her yerdedir ve sonsuzdur. Süreklidir, dışı yoktur ve böylelikle olmayan bir yere de gidilemez. Kabul etmesi veya anlaması zor geliyor değil mi? Hele hele akvaryum örneğiyle başlayan bir yazının devamında.


Evrenin bir tekillikten aniden genişleme sonucu oluştuğunu öngören “Büyük Patlama” teorisi haricinde, evren oluşumu ile ilgili başka kuramlar da bulunmaktadır.


Nobel ödüllü fizikçi Hannes Alfven tarafından ortaya atılan “Palzma Evren Modeli” ise, bu kuramların en tanınmış olanıdır. Kainat bu modele göre sonsuz ve sınırsızdır ve tamamı bir plazma ile kaplıdır. Kütleçekim yasası etkisiyle, tüm evreni kaplayan plazma kütlesi bazı alanlarda bir araya gelip bugün bildiğimiz evreni oluşturur.


Anlamak o kadar da kolay değil. Bu anda gündelik hayat bilgilerimizle açıklamanın zor olduğu sorular denizinde yüzdüğümüzü hatırlatmak istiyorum. Öyleyse basit sorular sorarak derindeki bilgilerimizi harekete geçirelim, adım adım gidelim ve tüme varalım.


Nedir plazma?


Dağarcığımızdaki bilgiler bize der ki, maddenin üç hali vardır; katı, sıvı ve gaz halleri. Bu durumları çevremizde kolaylıkla bulur, gösterir ve anlarız. Diğer taraftan, aşırı sıcak sebebiyle elektronlarını yitiren hidrojen ve helyum atomlarının oluşturduğu yapıya ise “Plazma” denir. Aşırı sıcak sebebiyle çekirdek ve elektron arasındaki bağ kırılmış, birbirlerinden bağımsız yüzen atom ve elektronların çorbası olarak ta tanımlanabilir kanımca bu durum. Bu da maddenin bir diğer halidir.


İşte bu haldeki bir evren tasarımından bahsediyoruz.


Bu model evrenin bir başlangıcı olmadığı gibi, bir sonu veya sınırının da olmadığı öngörülmektedir.

Çevremizdeki derin uzay, sonsuzluktan beri vardır ve her yeri sıcak plazma ile doludur. Bu konunun başında verdiğim anlatım uyarınca, koca boşluğun bir köşesinde bir dengesizlik durumu, çok çok uzun süreler içerisinde ve kütle çekimi etkisiyle, bizim bildiğimiz evreni şekillendirmeye ve bünyesini oluşturmaya başlar. Farkındaysanız sonsuz derin uzay içerisindeki, sonsuz sayıda olabilecek evren adalarından bahsetmekteyiz. Evrenimiz ve bünyesinde bulunan galaksiler, anlaşılmayı kolaylaştırmak adına benzer bir durum örneği olarak verilebilir.


Bugünün bilgi düzeyi ile sınırları çizilmiş olan mantığımızın kabullenmekte zorluk çektiği konuların üzerine gitmek doğru olacaktır. Yukarıdaki paragraf ne kadar da çok sonsuzluk fikriyle dolu ve bu durum sıradaki soruyu yöneltmemizi mecbur kılar.


“Plazma Evren” kuramını biraz daha anlamaya çalışalım mı?


Derin uzayda durgun bir halde uykuda bulunan plazmanın harekete geçmesi ve bir araya toplanmaya başlaması için, tek bir atomun yoldan çıkması yeterlidir. Sonrasını herşeyin mimarı olan zaman çalışmaya başlayacak ve nakış işlenecek desen şekillendirilecektir. Kaplumbağa hızından bile daha da yavaş bir bir oluşum, birbirini tetikleyen hareket zinciri yaratacaktır. Sonrasında kütle çekimi yasası galip gelecek ve çok ama çok uzun bir zaman sonrasında plazma kütlesi bir evren oluşturacaktır.


Plazma evren modeline göre; uzaydaki herhangi bir galaksi kümesi bizlerden ne kadar uzakta ise, aramızdaki mesafe içerisinde o kadar çok plazma bulunmaktadır. Plazmanın ışığı soğurmakta olduğundan hareketle, çok fazla plazma daha da fazla ışığı soğuracak ve kırmızıya kaymışlığı arttıracaktır. Yani yukarıda anlattığımız “Şişme” aslında yoktur. Evren sabittir.


Bu model bilim çevreleri tarafından yeterli destek görmemiştir. Ancak Nobel ödüllü fizikçi Hannes Alfven gibi önemli bir kişiye ait bir kuram olduğu için ve her ne kadar bugün oldukça az bilim insanı taraftarı bulmakta bile olsa değinilmesi gereken bir kuramdır.


Biz geri gelelim şişen çoklu evren kuramımıza. Ancak konu fizik ve felse açısından geniş ve karmaşık bir derinliğe sahip olduğu için, bu yazının konusu olan temel sorudan uzaklaşmamak gerekmektedir.


Soru şuydu; “Gözlemleyebildiğimiz evrenin sınırı neredir ve sınırının ötesinde ne vardır.”


Şu ana kadar irdelediğimiz “Tekil Evren Kuramı” için bir başlangıç, bir son ve sınır yoktur. Ötesi de kendisi gibidir ve ötesi sonsuza kadar devam etmektedir. Bu bağlamda; bir sınır ve ötesini merak ediyorsak, “Çoklu Evren Kuramı” ile ilgilenmemiz gerekmektedir.



Bu kuram bir bütünü açıklar ve bu bütünün içerisinde paralel evren kuramlarını da yer alır. Çoklu evren demek; kainatta birbirlerinden farklı ve adedini bilemediğimiz sayıda var olan ve yine aralarında bağ bulunan olası evrenler kümesidir. Burada bahsi geçen evrenler arası bağ ise, “Paralel Evrenler” konu başlığı içeriğinde incelenebilecek farklı bir yazıyı hak etmektedir.


Yukarıdaki resim “Çoklu Evren Kuramı” çerçevesinin temsil edilişidir. Tekil evren kuramı uyarınca; sınır olmadığı için, dışarıda ne var sorusu çok anlamlı olmadı. Diğer taraftan çoklu evren kuramında da sınıra gitmek bugün için imkansız ve sınıra ulaşsak bile sınırı aşmak ise bir başka imkansız.


Neden imkansız?


Bu durumu kendimce şöyle bir örnekle anlatmaya çalışayım. Bir mercan adası resifleri dışında, dalgıç kıyafetleriyle derinleri dolaşmakta olduğumuzu düşünelim. Suyun yüzeyi, deniz ve hava arasında sınırdır ve biz mevcut dalgıç donanımızla denizde çok rahat hareket ederken, su yüzeyini aşıp havada hareket edemeyiz. Zira suyun ve havanın fizik kuralları birbirlerinden farklıdır. Dolayısıyla çoklu evren modelinde de buraları terk edemeyiz. Zira içinde bulunduğumuz evren ile, komşu evrenin veya aralarında her ne varsa o ortamın fizik kuralları birbirlerinden farklıdır.


Temel soruma cevap alamadım, yeni bilinmezlerle karşılaştım ve aslında soruma cevap alamayacağımı da biliyordum, ama yolculuk güzeldi.


Durum böyle olunca, bin iki yüz yirmili yıllarda derlenmiş olan bir İzlanda efsanesi ile yazımızı bitirelim;


Başlangıçta hiçbir şey yoktu. Ne yer vardı, ne de yukarıda gök. Dipsiz geniş bir boşluk vardı sadece. Hiç ot yoktu.
Yokluğun kuzeyinde ve güneyinde buz ve ateş bölgeleri; Niflheim ve Musflheim uzanıyorlardı. Musflheim’in ısısı, Niflheim’in buzlarının bir bölümünü eritti. Eriyen buzlardan Ymer adında bir dev büyüdü.
Ymer ne yedi?
Ortalıkta Audhumla adında bir de inek vardı. Audhumla ne yedi?
Eh biraz da tuz vardı…
Bu efsanelerin düzenlenmesinde yaklaşık yaklaşık sekiz yüz yıl sonra bugün, Evren adına elbette o günün insanlarından çok ve çok daha fazla şey biliyoruz.
Ancak bildiğimiz koca kumsalda sadece bir kum tanesi…