O ağıtı hepimiz biliriz;
…Kara tren gecikir belki hiç gelmez,
Dağlarda salınır da derdimi bilmez, Dumanın savurur halim hiç görmez, Gam dolar
yüreğim gözyaşım dinmez…
Babamın tabiriyle zaman “Birinci Cihan
Harbi” dönemi ve pekçok cephede mücadele veriliyor. Kafkaslardan Trablusgarb’a,
Balkanlardan Hicaz, Filistin ve Yemen’e, Galiçya’dan kahramanlar diyarı
Çanakkale’ye birçok savaş yaşanıyor, büyük kayıplar veriliyor, gidenler geri dönmüyor
ve akıbetlerinden haber alınamıyor. Cephaneyi, askeri, haberi taşıyan o günlerin
kara trenleri, yaşamı ve ölümü de taşıyorlar yüklerinde.
Dünya’ya yaklaşık dört milyar yıl önce
isabet eden evrenin kara treni, aşağıda anlatacağım teoriye göre yaşamı
getirmişti, oysa altmış altı milyon yıl önce gelen ise yine farklı bir teoriye
göre dinozorları ortadan kaldırmıştı. Dedim ya kargo belli değil, kısmet işte.
Bahsettiğim son kara trenler, evrenin
sapanından fırlayan; asteroit ve kuyruklu yıldızlar.
Anlayacağımız bunlar Evren’in uzun nakil güzergahlarındaki değerli yük
katarları.
Güneş sistemimizde bulunan sekiz
gezegen haricinde; arasıra bizleri ziyaret eden kuyrukluyıldızlar, milyonlarca
ve milyonlarca irili ufaklı asteroit de bize komşuluk ederler. Bu sonuncular
ağırlıklı olarak Mars ve Jüpiter gezegenleri arasında ve Neptün gezegeni
bölgesinde yer alırlar. Hatta astreoitlerin bazıları öyle ki, cüce gezegenler
boyutunda bile olabilirler.
İşte dedim ya, Evren’de yol alan bu
yük katarları içerisinde, has olanlar kuyruklu yıldızlardır. Biraz pasaklı ve
kirlidirler, bunun ana sebebi ise donmuş su buzundan bir çekirdek sahibi
olmaları ve arkalarında bıraktıkları izlerdir. Görüyoruz ki, Evren’in uzun
yörüngelerinde, bir yerlerden bir diğer yerlere, yaşamın temel taşı su
taşınıyor.
Akılla evrilmiş yaşam elbette farklı
ve biliyoruz ki; su tek ve yeter şart olmamakla beraber, şu koca evrenin yaşam
barındıran tek köşesinin bizim gezegenimiz olmadığı neredeyse kesin gibi.
Evet kuyruklu yıldızlar biraz kirli
bir görünme sahipler, öyle ki, bilim insanları arasında "kirli
kartopu" veya "buzlu çamur topu" olarak bile isimlendirilirler. Herşeyden
önce yıldız değildirler elbette ve çekirdeklerinde su buzu, donmuş gazlar ve
kozmik tozlar barındırırlar. Güneş etrafındaki yörüngelerinde ilerlerken,
güneşe yaklaştıkça çekirdekleri ısınmaya, su buzu ve donmuş gazlar çözülmeye
başlar ve böylelikle arkalarında kuru buz, su, gaz ve toz bulutu bir şerit
bırakırlar. İşte bu sebeple kuyruklu yıldızlar buralardan bulanık görünürler, bu
kuyruk on milyon kilometre uzunlukları rahatlıkla aşabilecektir.
Son cümlede bile Evrenin boyutları ve
miktarlar ile ilgili muazzam bir detay gizli; Evren’de on milyon kilometrelik
bir kurukla süzülen parlak bir uçurtma, iki yüz elli defa dünya çevresi.
Ancak bilmek gerekir ki, Güneşin
yakınından her geçiş yavaş yavaş kuyruklu yıldızları öldürmektedir. Zira her
defasında gaz ve buzlarını azar azar yitirirler ve yine yaklaşık beş yüz defa Güneş
ziyareti, onları çıplak astreoit haline evirecek veya yok edecektir.
Bugün tanımladığımız bin adet civarı
kuyruklu yıldız var. Bunların yine yaklaşık yüzde yirmisinin yörüngeleri kısa
dönemlidir, yani iki yüz yıldan kısa sürelerde bir buraları ziyaret ederler.
Biliyoruz ki, bunların içinde en tanınmış olanı, ki yukarıda da fotoğrafı yer
alan “Halley” kuyruklu yıldızıdır. Onunla ilgili ilk kayıt Çinliler tarafından,
milat öncesi iki yüz kırk yılında tutulmuştur. Kuyruklu yıldızların geriye
kalan büyük bölümü ise, “Gitti Gelmez” sınıfına giren uzun dönemli yörüngelere
sahiptirler.
Ya asteroitler?
Boyları bir misket
minikliğinden, bir şehir iriliğine kadar ve hatta cüce gezegen oluşumları
denebilebilecek boyutlara kadar ulaşabilir. Bu asteroitlerden Güneş sisteminde tahminen
yüz elli milyon tane bulunuyor ve yine bunların yaklaşık bin altı yüz tanesi
Dünya için tehlikeli olma potansiyeli taşıyorlar.
Peki nedir asteroit?
Bildiğimiz kaya. Bundan
dört buçuk milyar yıl önce Güneş sistemi oluşurken; ortalığa saçılmış, gezegen
oluşumlarından artık olmuş, yukarıda belirttiğim gibi irili ufaklı ve hatta dev
boyutlu kaya parçaları.
Yapılarında bolca kil
var, ayrıca nikel, demir ve silikatlar sıklıkla bulunan maddeler. Bazıların da ise
medeniyetimiz için çok kıymetli ve işlevsel olacak madenler de bulunabiliyor.
Bilim kurgu filmlerinde hep görürüz, asteroitler üzerinde madencilik yapıldığı
sıklıkla işlenir. Ancak yukarıda sayılarını verdiğim asteroitler içerisinde bir
tanesi var ki, bilim insanlarının uykularını kaçırıyor.
Apopsis 99942.
Yapabilecekleri
düşünüldüğünde, kendisine verilen ismi hak ettiği rahatlıkla anlaşılacaktır. Mısır
kötülük tanrısının ismini taşıyan bu asteroitin çapı yaklaşık üç yüz yirmi
metre ve iki bin dört yılından beri biliniyor. Deniyor ki, iki bin otuzlu
yılların başında Dünyamıza çok yakın bir yörüngeden geçecek. Çarpışma ihtimali
iki yüz elli binde bir, ne ufak ne de yüksek bir olasılık. Sayısal ihtimal
olarak düşük, ancak olası sonuçları itibarıyla yüksek risk taşıyor.
Endişe verici olan
şu; yörüngesi üzerindeki herhangi bir olası çekim etkisi veya alacağı olası bir
darbe, yönünü Dünya’mıza çevirmesini kolaylıkla sağlayabilir. Böyle olasılıklar masada olduğunda, aklıma şöyle bir soru geliyor. Âdemoğlu
şu küçük mavi ve soluk gezegende birbirine üstünlük sağlamak, daha ziyade
diğerini köleleştirmek için olmadık silahlar geliştirir durur. Dünya’yı
defalarca yok edebilecek sayıda nükleer bomba, savaş uçağı, gemi, top ve tüfek
depolarda, sağda solda bekler. Böyle bir asteroit hakikaten üzerimize yönelse,
bunca bomba, uçak, gemi ve silah ne işe yarar? Balistik bombalardan birini
yollarız asteroit üzerine diyebiliriz elbette, imkansız değil, ancak o iş
filmlerdeki kadar da kolay değil.
Neyse, güzel
şeylerden konuşalım, başımıza güzel şeyler gelsin diyelim. Panspermia’yı konuşalım.
Nedir ki?
Bu bir
kuramdır. Bu kuram uyarınca; Dünya’ya yaşam uzaydan asteroitler ve kuyruklu
yıldızlar marifeti ile taşınmıştır. Dünya şekillenme sürecindeyken ortamın nasıl
olduğunu irdeleyelim önce; erimiş kaya nehirleri, lav birikintileri, sonrasında
zehirli gazlar, sülfit, karbondioksit ve dinozorları yok edenin yanında sapan
taşı kalacağı, sürekli asteroit ve kuyruklu yıldız bombardımanı. Kısacası bizim
anladığımız anlamdaki yaşamın oluşması imkânı yok.
Ama oldu…
Üç milyar
sekiz yüz bin yıl önce, kırmızı gök ve yeşil okyanuslar zamanı, canlı bir
organizmanın kıpırdanmasını şekillendirecek kimyasal içerik bir araya geldi. Evren’de en sık
rastlanan dört element; hidrojen, oksijen, karbon ve azot. Bakteriden insana, ağaçlardan
deniz canlılarına her canlı organizma bu dörtlüden oluştu. Bunun için ise formül,
yani doğru şekilde dizilmeleri önemli, ancak o durumda yaşamı başlatabiliyorlar.
Kısacası karılan kartlar dağıtıldı,
değişimler yapıldı ve “Flush Royale”...
Bu yazının bu bölümünde yaşamın temel
taşlarından insana giden yolu anlatmayacağım, o konu farklı bir yazının ana fikri.
Burada değineceğim konu; yaşamı oluşturan temel taşlar olan amino asitlerin Dünya
üzerinde bulunmasında asteroit veya kuyruklu yıldızların bir etkisinin olup olmadığıdır.
Bilim insanları olabilir diyor ve bu teori bana çok akılcı ve olasılık dâhili
geliyor.
Gezegenimizde yaşam tahminen yaklaşık
üç milyar sekiz yüz milyon yıl önce başladı. Bazı kaya örnekleri incelenince görülüyor
ki yaşamın başlangıç tarihiyle, bu kayaların oluşum tarihleri aynıdır.
Bu tarih aynılığı, bilim açısından şaşırtıcı
bir durum oluşturuyor. Yaşamın Dünya’nın oluşumu ile eş zamanlı olarak, bu
kadar erken evrede şekillenmesinin, normal süreçle imkân dâhilinde olamayacağı
düşünülmektedir.
Böyle bir durum ancak bazı şeylerin
hazır olarak, gezegenimize adrese teslim şeklinde gelmesiyle olabilecektir. Dünya’ya
taşınan bir kargo gibi, bu organizmalar da bir gök cismiyle buraya taşınmış
olabilir mi?
Pekâlâ olabilir.
Bugün bile Dünya’ya yılda ortalama
kırk bin asteroit veya kuyruklu yıldızların parçaları çarpıyor. Yapılan
araştırmalarla, uzay toz ve taşlarında yaşam için gerekli alt yapı
kimyasallarının bulunabildiği anlaşıldı ve amino asitlerle karşılaşıldı. Asteroitlerin
bugün bile süren bombardımanının çok daha ağırlarının yaşandığı o dönemde, ilk
yaşam tohumları da Dünya’ya kolaylıkla bu yolla taşınmış olabilir.
Özellikle oluşum ve değişim
aşamasındaki Dünya’ya çarpan kuyruklu yıldızları da göz ardı etmemek gereklidir.
Bazıları dağ büyüklüğündeydi, böyle dev teslimatlar marifetiyle çok daha zengin
içerikler kolaylıkla gelmiş olabilir.
Son olarak belirttiğimiz dağ
büyüklüğündeki bir kuyruklu yıldız kargosu, oluşacak muazzam çarpışma etkisi
sonucunda değişime uğrayabilecektir. Bugün biliniyor ki; amino asitler, darbe
etkisiyle birbirlerine bağlanıp, daha fazla karmaşık olan peptitlere dönüşmektedirler,
böylelikle canlı organizma oluşturmaya bir adım daha yaklaşmaktadırlar.
Amino asit zincirinden canlı, düşünen
ve üreten organizmanın şekillendiği süreç hala bilinmezlerle doludur ve çok
uzundur. Bu süreci devletler, toplumlar, sıradan insanlar, bilim insanları,
kısacası herkes kendince açıklamaktadır.
Ancak hiçbir şeye, hiçbir engele
takılmadan ilerleyen zaman ve ara sıra yavaşlasa dahi kendi ritminde gelişen
bilim son sözü her zaman söyleyecektir. Yukarıda da görüldüğü gibi, muazzam bir
büyüklük, muazzam bir küçüklük ve yine muazzam bir bilinmezliğin içinde
yaşıyoruz.
Yol uzun, yolcu yolunda gerek.