18 Kasım 2018

Kara Tren - Uzay Gezginleri


O ağıtı hepimiz biliriz;
…Kara tren gecikir belki hiç gelmez, Dağlarda salınır da derdimi bilmez, Dumanın savurur halim hiç görmez, Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez…
Babamın tabiriyle zaman “Birinci Cihan Harbi” dönemi ve pekçok cephede mücadele veriliyor. Kafkaslardan Trablusgarb’a, Balkanlardan Hicaz, Filistin ve Yemen’e, Galiçya’dan kahramanlar diyarı Çanakkale’ye birçok savaş yaşanıyor, büyük kayıplar veriliyor, gidenler geri dönmüyor ve akıbetlerinden haber alınamıyor. Cephaneyi, askeri, haberi taşıyan o günlerin kara trenleri, yaşamı ve ölümü de taşıyorlar yüklerinde.
Dünya’ya yaklaşık dört milyar yıl önce isabet eden evrenin kara treni, aşağıda anlatacağım teoriye göre yaşamı getirmişti, oysa altmış altı milyon yıl önce gelen ise yine farklı bir teoriye göre dinozorları ortadan kaldırmıştı. Dedim ya kargo belli değil, kısmet işte.
Bahsettiğim son kara trenler, evrenin sapanından fırlayan; asteroit ve kuyruklu yıldızlar. Anlayacağımız bunlar Evren’in uzun nakil güzergahlarındaki değerli yük katarları.
Güneş sistemimizde bulunan sekiz gezegen haricinde; arasıra bizleri ziyaret eden kuyrukluyıldızlar, milyonlarca ve milyonlarca irili ufaklı asteroit de bize komşuluk ederler. Bu sonuncular ağırlıklı olarak Mars ve Jüpiter gezegenleri arasında ve Neptün gezegeni bölgesinde yer alırlar. Hatta astreoitlerin bazıları öyle ki, cüce gezegenler boyutunda bile olabilirler.
İşte dedim ya, Evren’de yol alan bu yük katarları içerisinde, has olanlar kuyruklu yıldızlardır. Biraz pasaklı ve kirlidirler, bunun ana sebebi ise donmuş su buzundan bir çekirdek sahibi olmaları ve arkalarında bıraktıkları izlerdir. Görüyoruz ki, Evren’in uzun yörüngelerinde, bir yerlerden bir diğer yerlere, yaşamın temel taşı su taşınıyor.
Akılla evrilmiş yaşam elbette farklı ve biliyoruz ki; su tek ve yeter şart olmamakla beraber, şu koca evrenin yaşam barındıran tek köşesinin bizim gezegenimiz olmadığı neredeyse kesin gibi.




Evet kuyruklu yıldızlar biraz kirli bir görünme sahipler, öyle ki, bilim insanları arasında "kirli kartopu" veya "buzlu çamur topu" olarak bile isimlendirilirler. Herşeyden önce yıldız değildirler elbette ve çekirdeklerinde su buzu, donmuş gazlar ve kozmik tozlar barındırırlar. Güneş etrafındaki yörüngelerinde ilerlerken, güneşe yaklaştıkça çekirdekleri ısınmaya, su buzu ve donmuş gazlar çözülmeye başlar ve böylelikle arkalarında kuru buz, su, gaz ve toz bulutu bir şerit bırakırlar. İşte bu sebeple kuyruklu yıldızlar buralardan bulanık görünürler, bu kuyruk on milyon kilometre uzunlukları rahatlıkla aşabilecektir.
Son cümlede bile Evrenin boyutları ve miktarlar ile ilgili muazzam bir detay gizli; Evren’de on milyon kilometrelik bir kurukla süzülen parlak bir uçurtma, iki yüz elli defa dünya çevresi.
Ancak bilmek gerekir ki, Güneşin yakınından her geçiş yavaş yavaş kuyruklu yıldızları öldürmektedir. Zira her defasında gaz ve buzlarını azar azar yitirirler ve yine yaklaşık beş yüz defa Güneş ziyareti, onları çıplak astreoit haline evirecek veya yok edecektir.
Bugün tanımladığımız bin adet civarı kuyruklu yıldız var. Bunların yine yaklaşık yüzde yirmisinin yörüngeleri kısa dönemlidir, yani iki yüz yıldan kısa sürelerde bir buraları ziyaret ederler. Biliyoruz ki, bunların içinde en tanınmış olanı, ki yukarıda da fotoğrafı yer alan “Halley” kuyruklu yıldızıdır. Onunla ilgili ilk kayıt Çinliler tarafından, milat öncesi iki yüz kırk yılında tutulmuştur. Kuyruklu yıldızların geriye kalan büyük bölümü ise, “Gitti Gelmez” sınıfına giren uzun dönemli yörüngelere sahiptirler.
Ya asteroitler?


Boyları bir misket minikliğinden, bir şehir iriliğine kadar ve hatta cüce gezegen oluşumları denebilebilecek boyutlara kadar ulaşabilir. Bu asteroitlerden Güneş sisteminde tahminen yüz elli milyon tane bulunuyor ve yine bunların yaklaşık bin altı yüz tanesi Dünya için tehlikeli olma potansiyeli taşıyorlar.
Peki nedir asteroit?
Bildiğimiz kaya. Bundan dört buçuk milyar yıl önce Güneş sistemi oluşurken; ortalığa saçılmış, gezegen oluşumlarından artık olmuş, yukarıda belirttiğim gibi irili ufaklı ve hatta dev boyutlu kaya parçaları.
Yapılarında bolca kil var, ayrıca nikel, demir ve silikatlar sıklıkla bulunan maddeler. Bazıların da ise medeniyetimiz için çok kıymetli ve işlevsel olacak madenler de bulunabiliyor. Bilim kurgu filmlerinde hep görürüz, asteroitler üzerinde madencilik yapıldığı sıklıkla işlenir. Ancak yukarıda sayılarını verdiğim asteroitler içerisinde bir tanesi var ki, bilim insanlarının uykularını kaçırıyor.
Apopsis 99942.



Yapabilecekleri düşünüldüğünde, kendisine verilen ismi hak ettiği rahatlıkla anlaşılacaktır. Mısır kötülük tanrısının ismini taşıyan bu asteroitin çapı yaklaşık üç yüz yirmi metre ve iki bin dört yılından beri biliniyor. Deniyor ki, iki bin otuzlu yılların başında Dünyamıza çok yakın bir yörüngeden geçecek. Çarpışma ihtimali iki yüz elli binde bir, ne ufak ne de yüksek bir olasılık. Sayısal ihtimal olarak düşük, ancak olası sonuçları itibarıyla yüksek risk taşıyor.
Endişe verici olan şu; yörüngesi üzerindeki herhangi bir olası çekim etkisi veya alacağı olası bir darbe, yönünü Dünya’mıza çevirmesini kolaylıkla sağlayabilir. Böyle olasılıklar masada olduğunda, aklıma şöyle bir soru geliyor. Âdemoğlu şu küçük mavi ve soluk gezegende birbirine üstünlük sağlamak, daha ziyade diğerini köleleştirmek için olmadık silahlar geliştirir durur. Dünya’yı defalarca yok edebilecek sayıda nükleer bomba, savaş uçağı, gemi, top ve tüfek depolarda, sağda solda bekler. Böyle bir asteroit hakikaten üzerimize yönelse, bunca bomba, uçak, gemi ve silah ne işe yarar? Balistik bombalardan birini yollarız asteroit üzerine diyebiliriz elbette, imkansız değil, ancak o iş filmlerdeki kadar da kolay değil.
Neyse, güzel şeylerden konuşalım, başımıza güzel şeyler gelsin diyelim. Panspermia’yı  konuşalım.
Nedir ki?


Bu bir kuramdır. Bu kuram uyarınca; Dünya’ya yaşam uzaydan asteroitler ve kuyruklu yıldızlar marifeti ile taşınmıştır. Dünya şekillenme sürecindeyken ortamın nasıl olduğunu irdeleyelim önce; erimiş kaya nehirleri, lav birikintileri, sonrasında zehirli gazlar, sülfit, karbondioksit ve dinozorları yok edenin yanında sapan taşı kalacağı, sürekli asteroit ve kuyruklu yıldız bombardımanı. Kısacası bizim anladığımız anlamdaki yaşamın oluşması imkânı yok.
Ama oldu…
Üç milyar sekiz yüz bin yıl önce, kırmızı gök ve yeşil okyanuslar zamanı, canlı bir organizmanın kıpırdanmasını şekillendirecek kimyasal içerik bir araya geldi. Evren’de en sık rastlanan dört element; hidrojen, oksijen, karbon ve azot. Bakteriden insana, ağaçlardan deniz canlılarına her canlı organizma bu dörtlüden oluştu. Bunun için ise formül, yani doğru şekilde dizilmeleri önemli, ancak o durumda yaşamı başlatabiliyorlar.
Kısacası karılan kartlar dağıtıldı, değişimler yapıldı ve “Flush Royale”...



Bu yazının bu bölümünde yaşamın temel taşlarından insana giden yolu anlatmayacağım, o konu farklı bir yazının ana fikri. Burada değineceğim konu; yaşamı oluşturan temel taşlar olan amino asitlerin Dünya üzerinde bulunmasında asteroit veya kuyruklu yıldızların bir etkisinin olup olmadığıdır. Bilim insanları olabilir diyor ve bu teori bana çok akılcı ve olasılık dâhili geliyor.
Gezegenimizde yaşam tahminen yaklaşık üç milyar sekiz yüz milyon yıl önce başladı. Bazı kaya örnekleri incelenince görülüyor ki yaşamın başlangıç tarihiyle, bu kayaların oluşum tarihleri aynıdır.
Bu tarih aynılığı, bilim açısından şaşırtıcı bir durum oluşturuyor. Yaşamın Dünya’nın oluşumu ile eş zamanlı olarak, bu kadar erken evrede şekillenmesinin, normal süreçle imkân dâhilinde olamayacağı düşünülmektedir.
Böyle bir durum ancak bazı şeylerin hazır olarak, gezegenimize adrese teslim şeklinde gelmesiyle olabilecektir. Dünya’ya taşınan bir kargo gibi, bu organizmalar da bir gök cismiyle buraya taşınmış olabilir mi?
Pekâlâ olabilir.



Bugün bile Dünya’ya yılda ortalama kırk bin asteroit veya kuyruklu yıldızların parçaları çarpıyor. Yapılan araştırmalarla, uzay toz ve taşlarında yaşam için gerekli alt yapı kimyasallarının bulunabildiği anlaşıldı ve amino asitlerle karşılaşıldı. Asteroitlerin bugün bile süren bombardımanının çok daha ağırlarının yaşandığı o dönemde, ilk yaşam tohumları da Dünya’ya kolaylıkla bu yolla taşınmış olabilir.
Özellikle oluşum ve değişim aşamasındaki Dünya’ya çarpan kuyruklu yıldızları da göz ardı etmemek gereklidir. Bazıları dağ büyüklüğündeydi, böyle dev teslimatlar marifetiyle çok daha zengin içerikler kolaylıkla gelmiş olabilir.
Son olarak belirttiğimiz dağ büyüklüğündeki bir kuyruklu yıldız kargosu, oluşacak muazzam çarpışma etkisi sonucunda değişime uğrayabilecektir. Bugün biliniyor ki; amino asitler, darbe etkisiyle birbirlerine bağlanıp, daha fazla karmaşık olan peptitlere dönüşmektedirler, böylelikle canlı organizma oluşturmaya bir adım daha yaklaşmaktadırlar.



Amino asit zincirinden canlı, düşünen ve üreten organizmanın şekillendiği süreç hala bilinmezlerle doludur ve çok uzundur. Bu süreci devletler, toplumlar, sıradan insanlar, bilim insanları, kısacası herkes kendince açıklamaktadır.
Ancak hiçbir şeye, hiçbir engele takılmadan ilerleyen zaman ve ara sıra yavaşlasa dahi kendi ritminde gelişen bilim son sözü her zaman söyleyecektir. Yukarıda da görüldüğü gibi, muazzam bir büyüklük, muazzam bir küçüklük ve yine muazzam bir bilinmezliğin içinde yaşıyoruz.
Yol uzun, yolcu yolunda gerek.