29 Ekim 2018

Bir Hikaye Anlatacağım - Büyük Çarpışma



Hani derler ya; “Büyük aşklar kavgayla başlar”. Bizim ki de o misal. Bundan yaklaşık dört milyarı aşkın yıl önce; “Develer tellal ve pireler berber, Dünya Güneş çevresinde kızgın bir kor parçası olarak döner iken… Mitolojinin savaşçı kahramanı komşumuz Mars büyüklüğünde bir gezegen, Evrenin mancınığından kurtulup Dünya’ya doğru yönelmiş…
Anlatacağım hikaye işte bu. “O zaman ben, bu zamanki ben değilim” dercesine, Dünya’da farklı elbette.


Yüzeyi bin yüz derece sıcaklıkta ve oluşum son sürat devam ediyor. Kayalar akışkan halde ve fıkır fıkır kaynamaktalar. Her taraf ve her köşe meteor yağmuru altında, lav okyanusları tüm yüzeyde. Kısacası cehennemi bir romantizm hakim gezegenimizde.
Dedim ya, bu sırada Teia isimli genç bir gezegen, Dünya’mıza doğru yol alıyor. Çarpışma kaçınılmaz. Beklenen son gerçekleşiyor ve “Büyük Çarpışma” veya “Giant Impact” başımıza geliyor.
Çarpışma anı çok önemli.


Burada, bu günün mavi gezegeninde yaşamın olmasını ve hatta benim bu yazıyı yazabiliyor olabilmemi bile sağlayan çok bilinmeyenli ihtimaller denkleminin, bir diğer bilinmeyeni de bu çarpışma anıdır.

Varız ve dolayısıyla anlıyoruz ki; Theia ve Dünya bir açı ile çarpışmışlar, kafa kafaya değil. Aksi durumda; ya her iki gezegen de paramparça olurlardı, ya yörüngelerinden savrulurlardı ve Evren’de sürüklenebilirlerdi veya Güneşe çarpıp yok olabilirlerdi.
Ama biz varız ve burada olduğumuza göre, anlıyoruz ki; Theia eğik bir açıyla, Dünya’nın ilerleme ve dönme yönünde, dolayısıyla hızının göreceli düşük etkisinin olacağı şekilde, futbol metaforuyla konuşacak olursak; bir futbolcunun topa dönme, yani falso, vermek isteyeceği açıyla topa vuracağı şekilde çarpmıştır.


İki oluşum halindeki gezegenin çarpışması, trilyonlarca irili ufaklı parçayı uzaya saçtı. Açılı bir çarpışma olması da bu parçaların göreceli bir şekilde, kütle çekimi etki sahasında kalmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla kor halindeki yaralı gezegen, yine kendisi gibi bir kor parçasıyla kaynaşmış ve Dünya’nın etrafında bir yörüngede, üzerinde toz ve eriyik kayalardan oluşan bir parçacıklar kuşağı olumuştur.


O zamanlar durum farklı elbette ve kendi çevresinde Dünya çok hızlı dönüyor. Üzerine doğan Güneş üç saat içinde batıyor ve üç saat süren gece sonrası tekrar doğuyor. Toplamda altı saat süren günler hızla akıyor olsa dahi, Dünya bir kaplumbağa hızı ve sabrıyla ağır ağır değişiyor.
Nasıl bir halı sabırla ve düğüm düğüm, ki milyonlarcası atılarak oluşturuluyorsa, kütle çekim kanunu da aynı sabır ve özenle; parça parça, santimetreler ölçeğinde bile olsa yıllar ve yıllar ve yıllar sürecinde çalışıyor. Dünya’nın tek doğal uydusu “Ay” da birleşen çarpışma molozlarının kendi üzerine yıkılmasıyla yavaş yavaş oluşuyor.
Ve beraber soğuyorlar…


Yukarıda anlattığım gibi, “Force Majeure” bir durum sonucu olarak oluşması sebebiyle Ay; Dünya benzeri bir gezegenin kütlesi uyarınca sahip olabileceği en büyük ve mümkün olabilecek en yakın doğal uydu olmaktadır. Bu bile, oluşumu ile ilgili ortaya atılan yukarıdaki teorinin, gerçeklik olasılığını mutlak kılmaktadır.
Elbette ki bu beraber soğuma evresi oldukça sıkıntılı ve yavaştı; eriyik kayalar, lav denizleri, zehirli gazlar ve yüksek sıcaklık. Suyun ve hatta Panspermia teorisi uyarınca, yaşamın yer küreye göktaşları marifetiyle taşındığı teorisiyle ve benzerlerinin de biricik uydumuza da isabet etmesi gereğinden hareket edersek, şöyle bir sorunun cevabı aranmalıdır.




Dünya sahipken, Ay’ın neden bir atmosferi yok?
Yukarıdaki teoriye göre aslında uydumuza da su geldi. Ancak kütlesinin yetersizliği sebebiyle O atmosferini tutamadı ve sahip olduğu suyun tüme yakını buharlaşarak uzayda dağıldı. Bu sebeple; kuru, atmosfersiz, yaşam barındıramayan bir şekilde kaldı.
Bugün Dünya’ya yaklaşık dört yüz bin kilometre mesafede bulunan Ay, başlangıçta sadece yaklaşık yirmi beş bin kilometre uzaklıkta bulunuyordu, yani anlayacağınız çok fazla yakın.
Eğer bugün hala o mesafe korunuyor olsaydı, baktığımızda gördüğümüz Ay görüntüsü, bugünkünün yaklaşık yirmi katı olurdu.




Uydumuzun bize olan mesafesi sadece görsel olarak irdelenmesi gereken bir konu değildir. Zira incelersek eğer, Ay’ın Dünya’ya olan mesafesi zamanın her aşamasında farklı görevler üstlenmiştir. Ay bizden her yıl beş santimetreye yakın uzaklaşmaktadır. Sadece yörüngesel bu hareketi bile geçen milyarlarca yıl içerisinde incelersek; yaşamın doğumunda canlıların evrimine, gezegenlerin soğumasından denizlerdeki gel-git olaylarına ve hatta Paris café de l’opéra da yapacağınız nefis istiridye ziyafetine kadar pek çok etkisinin olduğunu göreceksiniz.
Neden mi?
Bugün artık Ay bize yirmi iki bin beş yüz değil de, yaklaşık dört yüz bin kilometre mesafe de bile olsa, şimdi söyleyeceğim etkisini kaybetmiş ve hatta bugün sadece aşıkların kalbini ısıtıyor bile olsa, hatırlamak gerekir ki oluşumları aşamasında, hem Ay hem de Dünya çok sıcaklardı. O zamanki aşamada Ay'ın mevcudiyetinin öne çıkan önemi, Dünyamızla arasındaki sıcaklık etkileşimidir.
Ay bu aşamada yakınlığı ve gezegenimize ilettiği kendi sıcaklığı sayesinde ve hatta daha ileri aşamalarda, tahminler odur ki,  Dünya üzerindeki yaşam oluşumunda olumlu etkileri olmuştur.
Hatırlamak gerekir ki, yaşamın başında Dünya okyanusları dev çorbalar olarak yaşama ev sahipliği yapmaya hazırlanıyorlardı ve sıcaklık bu konudaki önemli unsurlardan biriydi.




Dünya’da yaşamın başlamasında önemli olumlu etkilerinin olduğu Ay’ın, canlıların evrimleşmelerinde dahi önemli etkileri olmuştur.
Pek çok memeli veya kuş türünden avcı hayvanın beslenmesinde ve doğal olarak yaşamında ay ışığının ve dolayısıyla Ay’ın çok önemli bir yeri vardır. Hatta insanın psikolojik evrimi çerçevesinde bile gece ve gündüz kavramlarının beynimizde tetiklediği davranışlar açısından Ay çok önemlidir.
Bir diğer taraftan Ay’ın Dünya’yı sakinleştirici etkiside vardır. Her ikisinin karşılıklı etkileşimi, bir diğer deyişle aralarındakı çekim gücü savaşları, Dünya’nın dönüş hızını yavaşlatmıştır. Bu öyle küçümsenecek bir etki de değildir. Son beş yüz bin sene süresinde; dönüş sayısı dört yüz dönüşten, üç yüz altmış beş dönüşe inmiş ve günlerimizin süresi altıdan, yirmi dört saate yükselmiştir.
Kütle çekim kuvvetlerine bağlı olarak sadece Dünya okyanuslarında sular yükselir ve alçalır. Bu olaya gel-git veya med-cezir denilir. Bu olaylar kabaca her on iki saatte bir gerçekleşir. İlk altı saatte en yüksek seviyesine ulaşan sular, sonraki altı saatte geri çekilir. Bir takım yerlerde bu seviye değişimi on beş metrelere kadar ulaşmaktadır.
Fransa Normandiya’da bulunan “Le Mont Saint Michel” etrafındaysanız ve eğer kıyıdan uzaktaysanız, sular geri gelirken atınızı ancak dört nala koşturarak kıyıya, güvenli noktaya ulaşabilirsiniz derler.




İşte Ay Dünyamızda gerçekleşen gel-git lerin yarısından fazlasına tek başına neden olmaktadır.
Dünyamıza yönelen göktaşlarının bazılarını üzerine çekerek bizi koruyan Ay, aynı zamanda Dünya’nın ekvatoru ve ekseni arasındaki kabaca yirmi üç derecelik açısını korumasını da sağlar.
Bu sayede yalpalamayan Dünya’nın, mevsimleri yaşama uygun olmaktadır. Örneğin eğimini kaybetmiş olan Mars sürekli yalpalamakta ve yıkıcı uç noktalara ulaşabilen mevsim şartları yaşamaktadır.
Yukarıda değindiğim çok bilinmeyenli Dünya’da yaşam olur muydu denklemine geri gelmek ve kapsamlı bir soru ve yorum ile de bu yazıyı da sonlandırmak isterim.

Bu güneş sisteminin, bu gezegeninde de yaşamın olabilmesi ve sürmesi için, pek çok unsur bir arada var olmuştur. Evren ve kanunları incelendiğinde görülür ki; her köşesinde yaşamın oluşabilmesi için tüm bu şartların bir araya gelmesinin önünü açacak pek çok temel unsur vardır. Bu bağlamda yaşamın merkezi Dünya’dır demek, eksik bir kabullenme olacaktır. Zira yukarıda belirttiğim kanunlar Evrenimizin her köşesi için geçerlidirler ve aslında her köşenin yaşamla kaynadığına inanmak şarşırtıcı da olmayacaktır.