23 Ağustos 2018

Göktaşı Çarpmasaydı - Dinozorların Yokoluşu




Bir süre önce televizyonda dinozorlar ilgili bir belgesel seyrediyordum. Dinozorların ortadan kalkmaması durumunda insanlık ne olabilir gibi bir soru sordular. Konu aklımda kaldı ve not ettim. Kısa bir araştırma yapınca karşıma John Pickrell tarafından yazılmış bir yazı çıktı, ben de bu yazıyı anlamak ve yorumlamak istedim aşağıda, diyorum ya; ben yazılı düşünenlerdenim.
Kozmik takvimde 30 Aralık yaprağı henüz düşmeden, yani altmışaltı milyon yıl önceydi tarih. Öyle böyle değil, hayal edilmesi bile zor bir afet mavi gezegenimizin başına geldi. Her gün yerküremize irili ufaklı pek çok göktaşı çarpar. Ancak bu defa çarpan biraz tosuncuk türevinden ve genişliği yaklaşık on beş kilometredir. Geleneksel ve futbol esinlenmeli bir karşılaştırma yapalım; yaklaşık çapı yüz kırk üç futbol sahası boyunda bir göktaşı geldi ve Hiroşima da kullanılan atom bombasının yaklaşık on milyar katına eşdeğer bir kuvvetle, tahminen şimdiki Meksika körfezine çarptı.
Burada konuya bir parantez açmak istiyorum ve daha sonra kaldığım yere geri döneceğim.
Japonya Hiroşima kentinde patlatılan atom bombasını biraz hatırlayalım. 6 Ağustos 1945 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri Japonya’nın Hiroşima kentine atom bombası saldırısı düzenlemişti.



Saldırıda kullanılan bombaya “Little Boy” ismi verilmişti,  uranyum 235 tipi atom bombasıydı ve bu saldırıyla ilk olarak yüz kırk bin kişi hayatını kaybetmişti. Yayılan radyasyon sebebiyle; insanlar hastalanmış, yaşamlarını yitirmiş, gelecek kuşaklar da genetik bozukluklar görülmüştü.



Bu çerçevede bakıldığı zaman, Hiroşima’da ölenlerin sayısı dört yüz bine ulaşmıştır bugün. Bu dehşet olay yeni bir kelimenin de Japon diline girmesine de sebep olmuş. Saldırıdan kurtulan insanlara, patlamadan etkilenmiş insanlar demek olan “Hibakusha” denilmeye başlanmış o zamandan buyana.
Bu çerçevedeki duygularımı sanırım biraz anladınız. Daha net olabilmek adına; çok ama çok sevdiğim ve kitaplarının bazılarını tekrar okuduğum, İsac Asimov’a ait bir hikâyeyi, internet üzerinde bulduğum şekliyle sizinle aynen paylaşmak istiyorum.
Naron uzun ömürlü olan Rigel ırkındandı ve ailesinin galaksi kayıtlarını tutan dördüncü üyesiydi. Naron’un tüm galaksilerdeki zekâları gelişmiş ırkları kaydettiği büyük bir defteri vardı. Daha küçük bir defterdeyse olgunlaşarak Galaksi Federasyonu’na girmeye hak kazanan ırklar listelenmişti. Birinci defterde bazı isimlerin, şu ya da bu nedenle başarısız olan ırkların üzerleri çizilmişti. Şanssızlık, biyofizik veya biyokimyasal kusurlar, toplumsal uyumsuzluk eninde sonunda etkisini gösteriyordu. Ama adları küçük deftere geçirilen hiçbir üye o zamana kadar silinmemişti. Ve şimdi, artık iri yarı ve inanılmaz yaşlı olan Naron bir habercinin yaklaştığını duyduğunda başını kaldırdı.



Haberci “Naron,” dedi. “Ulu olan!” 
“Ee, ne var? Şu merasimi bir kenara bırak.” 
“Bir grup organizma daha olgunluğa erişti.” 
“Harika! Harika. Artık daha çabuk olgunlaşıyorlar. Bir yıl geçmiyor ki yeni birileri olmasın. Peki, kim bunlar?”  
Haberci galaksinin kod numarasını ve onun içindeki dünyanın koordinatlarını söyledi. 
“Ah, evet,” dedi Naron. “O dünyayı biliyorum.” Ve muntazam bir yazıyla adını ilk deftere yazdı. Sonra ikincisine de kaydetti, adet olduğu üzere nüfusunun çoğunluğunun aşina olduğu adı kullanarak. “Yerküre” yazdı. 
“Bu yeni yaratıklar bir rekor kırdılar,” dedi. “Başka hiçbir tür zekâdan olgunluğa bu kadar çabuk geçmemişti. Bir hata olmamıştır umarım.” 
“Hata yok efendim.” dedi haberci. 
“Termo-nükleer enerjiyi buldular, öyle mi?” 
“Evet efendim.” 
“Eh, ölçütümüz de bu.” Naron güldü. “Ve yakında gemilerle uzayı tarayacak, federasyonla bağlantı kuracaklar.”
“Aslına bakarsanız, ulu efendim,” diye mırıldandı haberci gönülsüzce, “Gözlemcilerimiz onların henüz uzaya çıkmadıklarını söylüyorlar.” 
Naron şaşkınlık içindeydi. “Hiç mi? Bir uzay istasyonları da mı yok?” 
“Henüz yok efendim.” 
“Ama maden termo-nükleer güçleri var, deneyleri ve patlamaları nerde yapıyorlar?” 
“Kendi gezegenlerinde, efendim.” 
Altı metre boyunda olan Naron ayağa kalkarak, “Kendi gezegenlerinde mi?” diye gürledi.
“Evet, efendim.”
Yavaşça, Naron kalemini çıkardı ve küçük deftere yazdığı son adın üzerini çizdi. O zamana kadar görülmemiş bir şeydi bu, ama Naron çok bilgeydi ve galaksideki hemen herkes gibi kaçınılmaz sonucu tahmin edebiliyordu. 
 “Ahmaklar…” diye homurdandı…
Geri gelelim John Pickrell tarafından yazılmış yazıyı incelemeye ve dolayısıyla kaldığımız yere, yani gezegenimize çarpan göktaşına. Patlamanın gücünü daha iyi anlatabildiğimi düşünüyorum, on milyar Hiroşima atom bombasına eş bir patlama.
Devasa ve radyoaktif bir ateş topu oluştu önce, ulaşabildiği ve yüzlerce kilometre yarıçapındaki her şeyi yaktı, kavurdu, kül etti ve kuruttu. Bu müthiş çarpış, yerküreyi yarısına kadar dolaşan, yüksek hız ve yıkıcılıkta dev dalgalar, yani tsunamiler oluşturdu ve önlerine çıkar her şeyi silip süpürdüler. Yazara göre atmosfer bile yanmaya başlamış olabilirmiş. Bu oksijenin yanması demektir. Böyle bir cehennem gününde ağırlığı yirmi beş kilodan fazla olan hiçbir kara hayvanı hayatta kalamaz deniliyor. Bilinen, daha doğrusu tahmin edilen uyarınca; tüm canlı türlerinin yaklaşık yüzde yetmiş beş’i yok oldu, dolayısıyla nesli kurudu. Bu bağlamda uçamayan dinozorlar da yok oldular. Hayatta kalma şansına sahip olanlar küçük ve tüylü olan, piyadeler ve bugünün kuşlarının ataları olan, uçabilenler.



Yıllar önce bir film seyretmiştim. Metrodan inen adamın karşısında iki koridor var ve bu koridorların sağda olanından gitmesi veya soldakinden gitmesi halinde yaşamı tamamen değişiyordu. Film içinde iki film vardı aslında. Neyse konudan uzaklaşmadan geri gelelim, ne demek istediğimi aşağıda anlayacaksınız.
Bizim tosuncuk göktaşımız düştüğü bölgeyi ıskalasaydı ne olurdu? Kanımca sapanla kuş vurmaya çalışmak iyi bir örnek olabilir. Kuş hareketli, fırlatılan taş hareketli ve dolayısıyla her şey bir iki saniye ile değişebilir. Kosmosun sapanından çıkan göktaşı birkaç dakika önce veya sonra farklı bir noktaya çarpsaydı. Ne olurdu?
İhtimallerden bir tanesi ile başlayalım ilk yolculuğumuza; göktaşı Yucatan yarımadası çevresine çarptığı düşünülüyor. Bu alanda deniz göreceli sığdır. Bu nokta yerine, dakika farkıyla Pasifik ya da Atlas okyanusunun derin sularının olduğu bölgelerden birine çarpmış olsaydı nasıl bir sonuç doğacaktı?

Deniz daha derin olacağı için çarpma şiddetinin bir bölümü elbette emilecekti. Ayrıca bölge kayalarında bulunan ve uzun süre boyunca atmosfere yayılan sülfür yayılımı sınırlı kalacaktı. Felaketin hiddeti böylelikle biraz dizginlenecek ve belki yüzde yetmiş beş tür kaybı olmayacak, böylelikle daha iri dinozorlar da hayatta kalabileceklerdi. Ancak felaketten kaçış yok.


Hep savunduğum tezimi tekrarlıyorum, bilimin her yeni teorisinin yeni sorular yarattığını ve bu döngünün insanlığı ileri taşıdığının altını çiziyorum. Diyelim ki yukarıda son belirttiğim ihtimal oldu ve birtakım dinozorlar hayatta kaldı. Devamında günümüzde yine dinozorlar olur muydu? O zaman hayatta kalan dinozorlar bugün niye yoklar? Hayatta kalanlar farklı türlere evrilmişlerse, hayatta kalacaklarda evrilebilirler miydi? Yeni dinozor türleri olur muydu? Dinozorlar taş devri çizgi film serisinde olduğu gibi evcilleşebilirler miydi? Memeliler nasıl gelişirlerdi? İnsan soyu gelişir miydi?
Bilim dünyasında farklı görüşler var. Bu küresel felaket yaşanmasa bile, bu yok oluşun bir şekilde gerçekleşeceğini söyleyenler var. Örneğin İngiliz paleontolog Mike Benton, “Soğuk iklim dönemleri sebebiyle, dinozorlarda gözle görülür bir azalma olacağını söylemektedir ve ayrıca dinozorların son kırk milyon yıldır zaten azalmakta olduklarını da eklemektedir”. İlk dinozorlar yaklaşık iki yüz elli ve ilk memelilerin yeryüzü sahnesinde ortaya çıkışlarının zamanımızdan yaklaşık olarak iki yüz milyon yıl önce olduğunu ve konumuz küresel felaket ve dinozor neslinin ortadan kalkışının altmışaltı milyon yıl önce gerçekleştiğini hatırlatmak isterim. Bu dönemde yerkürenin tek hâkimi dinozorlardır. Dikkatinizi rakamlara çekmek istiyor ve yeryüzü saltanatının sürelerinin milyon yıllarla ölçüldüğünün altını çiziyorum. Bizim hikâyemiz ise anca son iki yüz bin yıldır devam ediyor ki, yeni araştırmalar bu var oluşu yüz bin yıl daha geriye çekti.
Uzayın derinliklerindeki sapandan gelen göktaşı eğer Dünya’ya çarpmamış olsaydı, dinozor soyu geleceği ile ilgili iki önemli gelişme daha onları etkileyebilecekti.
Öncelikle bitkilerin devam eden evrimi ve çiçekli bitkilerdeki artış, ot obur dinozorların daha rahat gelişmesine, ayrıca çiçekli bitkilerin sindiriminin daha kolay olmasının bu dinozorların vücut boylarının küçülmesine sebep olacağını öngörmektedir. Bu durumda iki önemli konu öne çıkmaktadır. Daha bol ot obur dinozor, onlarla beslenebilecek daha fazla et obur dinozor ve dolayısıyla daha güçlü bir dinozor hükümranlığı demektir. Ayrıca daha ufak vücut boyutları daha dinamik, daha hareketli ve değişimlere daha kolay adapte olabilecek topluluklar demek olacaktır.
Yukarıdakine benzer sonuç doğuracak olan ikinci önemli gelişme ise kıtaların ayrılması, yani yer kabuğundaki harekettir. Günümüzden otuz dört milyon yıl önce Güney Amerika ve Antarktika kıtaları birbirlerinden ayrıldılar. Sonrasında buzullarla kaplanan Antarktika ve soğuyan, kurulaşan yerküre ve çayırların ki, günümüzden yaklaşık olarak yirmi üç ila yine yaklaşık olarak beş milyon yıl öncesi toplam on sekiz milyon yıllık uzun bir dönemden bahis ediyoruz,  daha fazla yer kapladığı karalar. Bu durum yine yukarıdaki sonucu ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak dinozor soyu güçlenecektir.

Aslen bu konular üzerinde araştırmalar yapan bir bilim adamı değilim. Çok saygın olduklarına gönülden inandığım bilim adamlarının insanlığa sundukları paha biçilemez farklı çalışmaları arayıp, buluyor, kendimce burada yorumluyorum. Tüm bu araştırma ve çalışmaları yaparken, satır aralarında gizli ve bence çok önemli birtakım bilgiler beni heyecanlandırıyor, sonrasında kendi amatör teorilerimi dahi geliştiriyorum.
Deniliyor ki; memelilerin evrimleri sırasında uzun dönem bekledikleri bir takım özellikleri, zaten uzun süredir evrim sürecinde oldukları için dinozorlar geliştirmişlerdi bile. Örneğin dinozorlar  yayılan çayırlıklara kolaylıkla uyum sağlayabilir ve oraların hâkimi olabilirlerdi. Aynı zamanda keskin görüş yetenekleri daha da gelişmiş olduğundan,  tehlikeleri daha erkenden tespit edebilirlerdi.
Yukarıdaki paragraf aslında bize şunu da anlatıyor; göktaşı sadece dinozor neslini ortadan kaldırmadı, bunun yanında canlıların evriminin devamına da engel oldu, daha doğrusu birtakım kayıplara, geri dönüşlere ve yeni fırsatlara da sebep oldu.
Bu bağlamda memeli canlıları tekrar düşünmek gerekir. Göktaşı yerküreye isabet ettiğinde yaklaşık olarak yüz kırk milyon yıldır vardılar. Ancak dinozorların hakim güç oldukları bir ortamda yaşıyorlardı ve göreceli olarak küçük ve kuytuların canlılarıydılar. Yüzde yetmiş beşlik bir canlı türü kıyımı, memelilerin Yerküre üzerinde kolaylıkla gelişme ve yayılmalarına olanak sağladı.
Can alıcı son soruları sormanın zamanı geldi sanırım;
Eğer o göktaşı yerküreye çarpmasaydı, dinozorlar günümüze kadar soylarını devam ettirebilirler miydi?
Bilim insanları evet diyorlar bu soruya verdikleri cevaplarda. Ancak cevabın devamında da bir de ek olacaktır. Kesine yakın muhtemeldir ki, dinozorların bazı heybetli türleri yok olacak veya evrimleşeceklerdir. Ancak zekasıyla insan, dinozora hükmedecektir. Hiçbir evrim olamayacaktır ki, dinozor insandan daha zeki olsun.
Dinozorlar ortadan kalkmasaydı, insan soyu oluşur muydu?
Cevabı konusunda  tam bir görüş birliği olmadığını düşündüğüm ikinci sorunun cevabı ile ilgili hâkim fikir “ Evet gelişirdi” yönündedir. Benim de görüşüm bu yöndedir. Büyük felaket öncesi memeli canlı soyları evrimleşmeye devam etmekteydiler.  Kretase döneminde, insansıların da içinden türediği ilk “Primatlar” veya iri beyinli yüksek memelilerin ki, çok ön atalarımız, evrimleri başlamıştır. Sonunda dinozorların yok olduğu bu dönemde, milyonlarca yıl beraber yaşamışlardır ve hayatta kalmışlardır.
Bu anlatılanlar olmuş olaylardır ve sonuçların hiçbiri tesadüf değildir. Milyonlarca yıl önce yerküre üzerindeki canlıların yüzde yetmiş beşi ortadan kalktığı halde, ön atalarımızın geriye kalan kazazedeler arasında olmasına şaşırılmaması gerekir.



Asıl cevap şudur; 
Irkların temel dayanıklıkları, değişken şartlara uyum kabiliyetleri ve uç derecelerdeki felaketlere bile karşı hazırlıklı olabilecek yaratılışlarıdır.
Zekâsının kapasite ve kıvraklığı, bedeninin yerküreye müthiş uyumu ve ön atalarından gelen güçlü kalıtsal mirası, doğal olarak insanoğlunu bu mavi gezegenin tek hakimi kılmıştır.