Karar
vermişti bir kere ve inatçıydı…
Bu yolculuğu
çok uzun süredir tasarlıyordu, ölçmüş biçmiş ve kazanacağı ün ve servetin
hayalini bile kurmaya başlamıştı. Ama bir sorunu vardı, daha doğrusu bu seferi
karşılayacak parası yoktu. Yolculuğun ihtiyaçlarını sağlayacak parayı ve ihtiyacı
olan gemileri verecek gerçek bir babayiğide ihtiyacı vardı. Avrupa’da çalmadık
kapı bırakmamış, ama kapıların hepsi yüzüne kapanmış ve maalesef sonuç
alamamıştı.
Onun
bildiği adıyla
Konstantinopolis ve yeni adıyla Kostantiniyye’nin efendisinden
yardım isteyebilirdi. Gerçi o kimsenin aşamadığı surları aşan ve Türklerin
cihan padişahı dedikleri genç hükümdar sultan Mehmet han, sadece birkaç sene
önce ve henüz daha kırk dokuz yaşındayken vefat etmişti. Ancak belki yerine
geçen oğlu verirdi istediklerini. Ancak Sultan Bayezid Han da, tuhaf bir şekilde karşısına çıkan bu hayalperesti
ciddiye almayarak, talebini reddetti.
Tam kimse fikirlerime
değer vermiyor kabusunu yaşarken, bir anda şeytanın bacağını kırdı, İspanya’dan
yardımı kaptı ve üç gemiyle denize açıldı.
Ver elini
batı…
Yolculuk
ayrı hikaye. Yelkenler dolu dolu on hafta geçmesine rağmen herhangi bir kara
parçasına rastlamamışlardı. Bu durum tayfalar arasında huzursuzluk ve hatta isyana
varacak kadar gerginliğe kadar bile yol açtı. O ise bu aşamada hayatının
kumarını oynadı ve tayfasından sadece on gün istedi.
Kısacası
ya hep, ya hiç…
Onuncu gün
olanlar oldu ve “Kara göründüüü….” diye
bağırdı nihayet direğin üzerindeki gemici ve işte kaptanın sonradan San
Salvador, ki kurtarıcı İsa anlamında da kullanılır, adını vereceği ada karşılarına çıkmıştı. Rastgeldikleri
kara parçası için seçtiği isim gerçekten harikaydı aslında, tayfalar kızgındı
ve onun da hayatını kurtarmıştı bu ada.
Bin dört
yüz doksan iki yılının sonbaharında Bahama adalarından Guanahani'ye ulaştı
küçük filo. Ardından Küba'yı da gördüler, ancak burası olsa olsa Japonya olur
demişti bizim kaptan.
Evet, Latince
okunuşuyla Christopher Columbus, her ne kadar farkında değildiyse bile ve kalan
tüm yaşamı boyunca da farkına varamadıysa da dahi, Amerika kıtasını, yani yeni dünyayı
keşfetmişti gerçekte.
O gün
Dünya’yı dolaşan kaşifler, bugün de uzayda dolaştırdıkları meraklı ve akıllı teleskoplarıyla
yeni dünyaları, nam-ı diğer “Ötegezegen”leri arıyorlar.
O zaman
biz de her zaman olduğu gibi sorularımızı sormaya başlayalım.
Ne demek
ötegezegen?
Her fırsatta Samanyolu gökadasında yaklaşık üç yüz milyar yıldız olduğunu
tekrarlıyorum ve onlar ışık saçtıkları için kolaylıkla görebiliyoruz. Ya
karanlıkta kalan ve sadece yıldızlardan üzerlerine gelen ışığı yansıtabilen
gezegenlere ne demeli…
Biz sadece kendi yıldızımızın sistemindeki gezegenler ile yakından
ilgiliyiz, ya güneşimizin sistemi dışında bulunan gökadamızdaki diğer
gezegenler? İşte bu gezegenlere “Ötegezegen” deniyor. Dolayısıyla kendi yıldız
sistemimiz dışına, yani ilgi ve araştırma yoğunluğumuzu diğer yıldızlara doğru yöneltmek
durumundayız.
Kaba
bir ortalama görüşle, her yıldız başına en az bir gezegen düşüyor gibi düşünsek
ve böyle olunca da, sadece kendi gökadamız Samanyolu bünyesinde en az üç yüz
milyar ötegezegen var demektir. Uzun lafın kısası şu koca evrende hangi tarafa
bakarsak bakalım, irili ufaklı pek çok gezegen ile etrafımızın sarılı olduğunu bilelim.
Pekala gelelim ikinci soruya ve soralım; ilk ötegezegen ne zaman
keşfedildi?
Zor bir soru ve cevabı da aslında o kadar da önemli değil kanımca.
Yaklaşık otuz yıl diyelim.
Bu kadar yakın bir tarih için neden bu kadar şüpheli yaklaşım
sergilediğim merak edilecektir. Zira keşfedilen ötegezegene ait ortaya sunulan kanıtlar,
ki kanıtlar bilimsel olacak elbette, bilim dünyası tarafından yetersiz
bulunduğu taktirde keşif uzunca bir süre rafta beklemek durumunda kalmaktadır.
Bu
bağlamda basit gibi görünen bu sorunun cevabı aslında bizim adımıza zor. Ama
şunu söyleyebiliriz ki, bilim dünyasının onayladığı ilk ötegezegen, Ekim bin
dokuz yüz doksan beş tarihli. Jüpiter’in yarı büyüklüğünde olduğu tahmin edilen
“51 Peg b”. Tam adı 51 Pegasi
Bellerofon’dur , “51 Peg b” diye kısaltılır ve bize elli ışık yılı
uzaklıktadır.
Örneğin
aşağıda çizimi bulunan ilk ötegezegen kendi yıldızına o kadar yakın ki,
gezegenin yüzeyindeki yüksek sıcaklıktan ötürü yaşam barındıramayacağı
kesindir. Yarıçapı yüz otuz beş bin sekiz yüz otuz
kilometre olup, yıldızı çevresindeki dolanım süresi ise sadece yüz iki saattir.
O
günden bu güne sayıları sadece birkaç binle ifade edilebilecek sayıda ötegezegen
bulundu. Ancak bilinmesi gereken önemli konulardan bir tanesi de, bulunan her
ötegezegenin bizim bildiğimiz yaşam şekillerine uygun olmadığıdır. Sıra yeni
sorumuzu sormaya geldi.
Ötegezegenleri
neden arıyoruz?
Ana
hedef evrende yaşam arayışı ve biz eğer bir gün gidebilirsek, kendimiz için
yerleşebilecek ve rahat yaşayacak bir yer aramak.
İnsanoğlu
hep göklere bakmıştır, oralardan yardım ummuştur ve hep sormuşuz acaba şu koca
evrende yalnız mıyız veya bizden başka canlılar var mı diye. Doğal olarak bildiğimiz
yaşam biçimlerini aramaktayız ve yine bu bağlamda bildiğimiz yaşam şekline zemin
hazırlayabilecek dünyaları.
Bildiğimiz
şekildeki canlı yaşamın önceliği, gezegenin üzerinde organizmaların
varlıklarını sürdürebilecekleri bir bölgede bulunmasıdır. Bölge dediğimiz
gezegenin kendi yıldızına olan uzaklığıdır. Doğal olarak bu bölgenin tanımı,
yıldız ve gezegen uyarınca farklılıklar gösterebilecektir. Kendi sistemimiz
adına bu bölge “Venüs, Dünya ve Mars” gezegenleri aralığına eş gelmektedir.
İkinci
koşulumuz su. Bildiğimiz tür canlı yaşam suyla başlıyor ve devam edebilmek için de
suya ihtiyacı var. Bu bağlamda aradığımız gezegenin suya sahip olması gerekir.
Bu konuda doğal olarak eskinin bilgi düzeyine göre çok daha fazla şey
biliyoruz. Suyun sadece gezegenimiz Dünya’ya özel olduğunu düşünürken, bugün
evrende çok farklı noktalarda da su olduğunu kesinlikle biliyoruz.
O kadar uzağa
gitmeye de gerek yok; kendi yıldız sistemimizdeki birtakım uydular da bile su
okyanuslarının bulunma ihtimali oldukça ve oldukça yüksek. Örneğin Satürn’ün
uydusu Encaladus, diğer örnek ise Jüpiter’in uydusu Europa. Europa’nın biraz daha özel
olduğunun altını çizerek, belki ileride bir yazıda daha da detaylı
inceleyebileceğimizi belirtmek isterim.
Nasıl arıyoruz
ötegezegenleri?
Farklı ve birbirlerini
tamamlayan yöntemler var ve ancak en basit anlatımla; gezegenler,
etraflarındaki yörüngelerinde yol aldıkları yıldızlar üzerinde yarattıkları kütle
çekimi etkileri sayesinde fark edilirler.
Peki, nedir bu sözü edilen
etki?
Kısacası
bu yıldızın yalpalaması durumudur. Bir yıldızın yörüngesinde dönen bir gezegen
olması durumunda, gezegenin sebep olduğu çekim kuvveti sebebiyle yıldızın yalpalar,
farklı bir ifadeyle bu durum yıldız da “Radyal Hız” farklılığına sebep olur. Yıldızın
bu yalpalamasını, çekiç atmakta olan bir atletin elindeki çelik telin ucundaki
çekici çevirirken maruz kaldığı yalpalama hareketiyle kolaylıkla
açıklayabilirim diye düşünüyorum.
Yıldızın bu hareketi, pek
çok ışık yılı uzaklıkta bulunan Dünya’daki bir gözlemciye yaklaşıp uzaklaşan
bir ışık kaynağı olarak görünecektir. Görüldüğü gibi, keşif hakikaten oldukça
yoğun bir çaba gerektirmektedir.
Radyal hız ise, değişmekte
olan ışınımın ölçülmesiyle hesaplanır ve bu sayede bir gezegenin varlığını
anlayacağımız gibi, bu gezegenin büyüklüğünü de tahmin edebilmekteyiz.
Bugüne kadar kaç tane ötegezegen
bulundu?
Bu sorunun cevabını şöyle
vermeye çalışacağım. Ağır ağır ve neden ve nasıl bir muazzam yapının bir
parçası olduğumuzu hatırlatmaya çalışarak.
Tahminen ve yaklaşık on
dört milyar yaşındaki ve yine tahminen ve yine yaklaşık doksan iki milyar ışık
yılı genişliğindeki evrenimizi bildiğimizi kabul edelim. Aslında sadece yüzde
birinden haberdarız ki, farklı teorilere göre sonsuz sayıda ve komşu farklı
evrenler de olabilecektir. Evrenimiz bünyesinde bulunan ve tahminen üç ila dört
yüz milyar gökadanın ki, bu sadece tanımlayabildiğimiz evren olarak kabul edilmektedir,
bir tanesinin parçasıyız.
Gökadamız, Samanyolu’nun
yaşı on üç milyarın biraz üstünde ve genişliği yaklaşık olarak yüz yirmi bin
ışık yılı. Yine burada bulunan tahmini üç ila dört yüz milyar yıldızın, yine
tahminen eeeeen az yaklaşık dört yüz milyar gezegeninin, olasıdır ki yüzde on
yedisi Dünya büyüklüğündedir. Ama bu tahmin de, yalnız başına pek bir şey ifade
etmiyor.
Son yıllar içinde
teknolojideki gelişmeler ve buna paralel gelişen matematik sayesinde anlamaya
başladık ki, sadece bize ait olduğunu düşündüğümüz bizim Samanyolu gökadası
ancak ve sadece bizim yuvamız olmayabilir.
Bu evrendeki şehrimiz
diyebileceğimiz gökadamızda milyarlarla sayılacak kadar ötegezegen, ki biz
bunların sadece birkaç bin tanesini bulabildik, sayısını tahmin edemeyeceğimiz
sayıda ve yüzeyinde yaşam barındırabilecek başka gezegenler de kesinlikle olacaktır.
Daha ötesine gider ve bir başka yazımın bir cümlesini buraya taşıyarak, olası
tahminler uyarınca yüz milyonlar mertebesinde uygarlığın olduğu bir gökadada
bulunduğumuzu dahi düşünebiliriz. Hatta bir adım daha giderek diyebiliriz ki; ve
belki bu arayışımızda yalnız bile olmayabiliriz.
Ama şu ihtimali gözardı
etmemek gerekir; belki bizden ileri bir teknoloji, belki bizden geri veya belki
sadece mikrop düzeyinde. Aslında çok hoş ve bir o kadar da gergin bir teori.
Ancak bu durumun umut veya
gerginlik yaratabilmesi için, söz konusu gezegenin “Goldilocks Zone”, yani “Yaşanabilir
Bölge” içinde yer alması gerekir elbette. Daha önce konuşmuştuk ve bu bölgeyi
şöyle anlatabiliriz; gezegenin yüzeyinde su bulundurabilmesine olanak
sağlayacak ısı ve jeolojik şartlara sahip olabilmeleri için, yıldızlarına olan uygun
mesafeyi ifade eder bu tanım. Bugün için bilim insanları ellinin üzerinde farklı gezegende yaşam olabileceğine dair kabul
edilebilir şüphelere sahiptirler.
Evimize
en yakın ötegezegen hangisi?
Yukarıdaki
Proxima Centauri B.
Güneş’ten
dört ışık yılından biraz daha fazla uzak olan Proxima Centauri isimli cüce
yıldızın yörüngesinde dolaşan bir gezegen. Gezegeninin kütlesi, Dünya’nın
yaklaşık olarak bir buçuk katına yakın. Kendi çevresini bize göre on bir defa
daha uzun sürede dönüyor. Yani bir günü on bir Dünya gününe eşit. Bir diğer
deyişle o gezegende gün bize göre on bir kat daha uzun. Anlaşıldığı kadarıyla üzerinde
dev su okyanusları da bulunuyor.
Dünya’ya en çok benzeyen
ötegezegen hangisi?
Dünya'ya
en çok benzeyen ötegezegeninin, bizden bin dört yüz ışık yılı uzaklıkta olan
Kepler 452b olduğu düşünüyor bilim insanları.
Yapılan incelemeler sonucu
ultraviyole ışık seviyesi erken yaşama yol verebilecek düzeyde ve gerekli kimyasal
reaksiyonları başlatabilir burada. Bu gezegende yaşamın oluşabileceği hakikaten
yüksek ihtimal dahilinde olası. Gezegen ne çok sıcak ne de çok soğuk. Kuzenimizi
evimizden biraz daha büyük ve daha ağır olduğu için ''Süper Dünya'' olarak ta adlandırabiliriz.
Yıldızı olan Cygnus,
Güneş'ten biraz daha parlak ve iki milyar yıl daha yaşlı. Kuzenimizde ince bir
atmosfer, su ve aktif volkanlar bulunuyor.
Artık son sorumuzu soralım.
Ötegezegenlere gidebilecek miyiz?
Şimdilik biraz zor gözüküyor bu dilek. Bu durumu daha iyi anlamak
için, eski yazılarımdan biri olan “Uzay’da Dalga Sörfü ”adlı yazıyı okumanızı
öneririm.
Bir Fransız sözünü değiştirerek kullanmak ve bu yazıyı o şekilde
sonlandırmak isterim;
“İmkânsız insanların bildiği bir kelime değildir.”